19 Temmuz 2025 Cumartesi

ACILAR 1 : Acının Adı Yoksa

Akrep kadını olduğum kadar bisiklet kadını, bisiklet kadını olduğum kadar da acıların kadını olduğum için, senede iki kere depresyona girip bitmek bilmeyen bir pole’a dönüş döngüsünde yaşadığım, durmadan cildimi yeniden yeniden yeniden pole’a alıştırmak zorunda kaldığım için, bir de kuzucuklarım ‘acıyor’ deyince yüreğim pare pare olduğu için acıyla ilişkimi(zi) az bi kurcalayasım var. Kumsalda Tarkan dinleyerek okuduğum Elaine Scarry’nin Acı Çeken Bedeni’nin teorik zemini üzerinden başlıyorum.

Morluklarımıza pole kiss deniyor, malum. SplitWork dersi için eski müdavimleri sıklıkla işkence benzetmesi yapıyor. Acının yarattığı ortak bedensel deneyim bizi birbirimize bağlıyor, ortak kimliğimizin parçası oluyor. 


Ama bu deneyimin ortak olup olmadığından aslında o kadar da emin değiliz.

Bundan beş-altı yıl önce bendeniz yaldır yaldır polecuyken, pole becerilerimi geliştirmek için cimnastiğe de gidiyordum. Sektörde oldukça duayen bir cimnastik hocasıyla ders yaparken omzuma bir ağrı girdi. Ben halihazırda o omzun zaten canına okumuştum. Kafayı taktığım, çok bir şeye de benzemeyen bir hareket için, günlerce, üst üste, omurgamın olmayan rotasyon becerisini kompanse etmeye zorladığımdan omzum hayata zaten iman gücüyle tutunuyordu, o derste dini imanı hepten bıraktı. Hoca, dur şimdi çözerim dedi, son derece güvenilir bir tavırla, boynumda bir yere parmağını soktu. Bir süre derin bası uyguladıktan sonra hakikaten ağrım da geçti. Bir iki salladım, aaa iyi ya, geçti dedim. Barfikse uzanmaya çalıştım. Aa! Sağ kolum yok. Bayağı ağrımıyor ama hareket de ettiremiyorum. Bu naçizane anımı iki aylık bir fizyoterapi ve canımın kıymetini yeniden değerlendirme süreci izledi.

Azimle sıçtığım, çektiğin acıya değmeyecek eski sevgili gibi hareket:

Videoda benle konuşan Didem 🌻




Bir ara da Slovakya’da bir polecuya dadanmıştım. İki sefer birer hafta gidip her gün üç saat falan ders aldım. (Yine fi tarihi olduğu için Euro kuru böyle şeylere izin veriyordu). Bunlardan birinde ayak baş parmağımı çatlattım (tavana çarparak!). Mırın kırın acıyor mu, acaba dursam mı falan derken, abla son derece cool bir tavırla ‘work through the pain’ dedi. Aşırı düzgün bir saç kesimi vardı ve eye liner’ını mükemmel çekmişti. Dediğini yaptım. Bir şey olmadı. Bu hikayenin kıssadan hisse bir sonu yok. Derste çok acıdı. Uzunca bir süre topuklu giyemedim. Bir de oradan geçtiğimiz Viyana’da ormanlarda yürürken bayağı küfrettim.


Bu iki anımda ortak olan şey acımı ifade edemeyişim. Zira bu, acıyla ilgili çok temel bir şey: Acı yeri geldiğinde adamı dil öncesine götürür, küfür sonrasına getirir.


Acı dile direnir; yani kişi deneyimlediği acıyı anlatmakta, başkasına aktarmakta zorlanır çünkü acı, dili çökertebilir. Dilin temelinde yer alan nesneleşme, tanımlama ve aktarım işlemleri—yani acının “neye benzediğini” söyleyebilme kabiliyeti—acıya dair deneyim arttıkça zayıflar.


Yoğun ve süreğen acılar dünyayı yıkar, göz hiçbir şeyi görmez, dünya artık bedenin sınırlarından ibaret kalır. Çünkü beden, ancak rahatsa, kendisi için saplantılı bir algı ve ilgi nesnesi değilse, bilinç başka nesnelere varlık kazandırabilir. Uzun yıllar acil serviste çalışmış bir hekim olan annemden sık sık şu sözü duymuşumdur: insanın neresi ağrıyorsa canı oradadır.


Daha hafif, kısa süreli, katlanılabilir acılar dünyayı yerle bir etmez belki. Ama bu onları dile gelmeye daha yatkın kılmaz. Tam tersine, yoğun olmayan ama sürekli ya da tekrar eden hafif acılar, çoğu zaman dile gelmeye “değmez” gibi hissedilir. 


Acı zor olsa da kendine bir ifade bulduğunda, dile geldiğinde en azından katlanılabilir oluyor. Ağrıyı dilde nesnelleştirmek için ağrı fizyologları kategoriler, skalalar oluşturuyorlar ve işe de yarıyor. 

Nasıl tarif ediyoruz acıları? İğne batar gibi, bıçak sokar gibi, matkapla oyar gibi, çekiçle vurur gibi… Elaine Scarry buna fail dili diyor. Adını bulamayan acı, ondan bağımsız, onun nedeni olmayan bir silahta nesnelleşiyor yaygın olarak. İnsan kendi bedenini kendisine yöneltilmiş silah olarak algılıyor bu durumlarda (:bedenim bana acı veriyor.) Spor sakatlanmalarından çok daha şiddetli ve sürekli ağrı yaşadığım ameliyat sonrası dönemde bedenime öyle kızıyordum ki, ergen öfkesiyle kendimi camdan atacağım deyip anacuğumun yüreğini yakıyordum. Bir yoklayın bakalım kendinizi, bunun milyarda biri kadar bile olsa, kendi kendinize ‘doğru yapamadığım için acıyor, güçsüz olduğum için morarıyor’ falan diyor musunuz?


Niteliği bir yana, yoğunluğu hakkında konuşmak da kolay değil. Bana da sorulan benim de sorduğum ağrın on üzerinden kaç’ın cevabı var mı sence allasen? (Yine de, stretching yaparken ağrın on üzerinden yediyi geçmesin. Batan, sivri bir ağrı değil, bir yoğunluk hissi olsun. :))

Elimizden geleni yapıp acıdan acıya dilden bir köprü kurmaya çalışıyoruz ama bu öyle Japon teknolojisi çelik halatlı köprü değil, sallanan, tahta bir köprü.


Buradan hareketle, acı çekenin bunu ifade etmedeki başarısızlığı, diyor Elaine Scarry, aşağı iktidar biçimlerine mal edilir. Havalı laf da aslında ne demek bu biliyor musun: sen acını ifade edemediğinde bu küçümsenir, abartılı bulunur ve şikayet olarak algılanır ya da öyle algılanacağından çekinip susmayı seçebilirsin. Karşında da hoca/doktor biri varsa, o senin adına senin acının adını koyar. Bıçak gibi mi, çekiç gibi mi diye sorar, seçersin. Senin acını iktidar nesnelleştirir.


Şu iktidar mevzusunu azıcık açalım. 


İktidar yalnızca yasal ya da kurumsal düzenlemeler yoluyla değil, bedenler üzerinden de işler; bedenleri disipline ederek, yönlendirerek ve sınırlandırarak kendini yeniden üretir. Michel Foucault’nun bedensel iktidar analizinden hareketle söyleyebiliriz ki, iktidar beden üzerinde çalışır; onu verimli, itaatkâr ve üretken kılmak için şekillendirir. Dans ya da spor gibi disiplinlerde bu ilişki çok daha belirgin: bedene nasıl durması, nasıl hareket etmesi, ne zaman yorulması ya da acıya ne kadar dayanması gerektiği öğretilir. ‘Doğru teknik’ ya da ‘ideal form’ gibi kavramlar, sadece estetik değil aynı zamanda normatif bir işlev görür. Bu normlar genellikle görünmez ama bedenin sınırlarını ve davranışlarını düzenler. Dolayısıyla dans hocasının, stüdyonun ya da koreografın yönlendirmeleri, yalnızca pedagojik değil, aynı zamanda iktidara bulanmıştır.

Bedensel acının deneyimi tamamen öznelken, otorite figürü bunu nesnelleştirmeye çalıştığında o acının geçerliliği de sorguya açılır. Öğrenci bedenini tanımaya çalışırken, bilen konumundaki hoca “bu hareket acıtmaz” ya da “bu acı geçici” dediğinde, öğrencinin deneyimi geçersizleşir. Öğrenci bedenindeki çoğul, dağınık ve öznel deneyimleri otoritenin bilgisine hizalamak zorunda hisseder ve acıya (bedensel deneyime) bir nesne gibi yaklaşmaya başlar.


Bu noktada hem hocanın, hem de öğrencinin karşılıklı bir farkındalık içerisinde olması gerekiyor. Farkında olunan iktidar, gölgeden çıkmış, tartışılabilir, müzakere edilebilir bir iktidardır. Bedensel pratiklerde (özellikle sakatlık riski olan pole, akrobasi, vs.) bilgi asimetrisi kaçınılmaz: hoca, bilgiye (teknik, anatomi, güvenlik, gelişim yöntemleri vs.) sahip olduğundan dolayı bir otorite figürü ama bu otorite sabit ya da kutsal değil. Öğrencinin bedeni, hocanın bilgisini her zaman doğrulamayabilir—beden direnir, sapar, yorulur, üzerinde karmaşık fizyolojik, psikolojik etkiler olur. Bu nedenle iktidarın sınırlarını görmek, onu mutlaklaştırmamak, gerektiğinde eşlikçi olabilmek gerekir. Karanlık bir ormana ilk defa girmiş iki kişi gibi, biri daha önce başka ormanlarda yolunu bulmuş, diğeri ilk kez yola çıkmış.



Lafı uzatmayayım, hocanı dinle ama hocan da seni dinlesin, bir adım geri çekilmeye, biraz yavaşlamaya, bedenini dinlemeye, tanımaya istekli ol. Acı senin diline girmeyeceği için sen acının dilini anlamaya gönüllü ol. Tekrar eden ağrıların olursa pole camiamızın fizyoterapisti Seda Erdural Sarısoy’u bul!

Bu konuyu, acının ilerleme söylemi içindeki yeri, doğru teknik kavramı, meşru acılar, kadınlık ve erkeklik performanslarının acı ile ilişkisi hakkında kafa ütüleyerek sürdürmeyi planlıyorum. Meraklısını her zamanki gibi sohbete bekliyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder