Zaten yaşamaktan
yazmaya vakit kalmıyor, bir de üzerine çok garip bir yaz ve çok garip bir
sonbahar geçirdim. Mart ve nisanım yarışma hazırlıklarıyla geçmiş, 2017’deki gücüme
neredeyse kavuşmuşken Mayısta vizem çıkmadığı için yarışmaya katılamadım. Artık
bunalım mı, hırs mı; kendimi ringle, direkle dövüp bir de üzerine 2 aylık
sakatlık geçirdim. O arada hala odadaki fil gibi, ya da kalbimizin üzerinde
oturan fil gibi duran, konuşulamayan ama hiç de geçmeyen bir acı… Yine o arada
stüdyoların ayrılması. Deve yüküyle iş bir yandan, hiç bitmeyen varoluşsal
sancılar bir yandan 2019 da bitti.
Dün stüdyoda bir kez
daha öğrencim, ilk cehenneme direk bloğundan okumuştum pole dance’ı, öyle merak
salmıştım dedi. Artık pek blog okunmuyor. Ama burası zaten benim – dışarıya
açmak istediğim kadarıyla- kişisel yolculuğumdu hep. Geldiğim şu noktada galiba
daha çok yazasım var bu yolculukla ilgili.
Bugün sakatlığımı
anlatayım, genç dimağlara feyz olsun. Sonra da sırayla giderim…
Biliyorsunuz,
bende omurga yok. Yani omur omur bir omurga yok, türkü türkü türkiye gibi. Lumbar
bölgenin başına kadar omurgalarım bir uzun rod’a metal çivilerle sabitlenmiş
durumda. Dolayısıyla döne, geri, yana bükülme ve twist etme kabiliyeti yok. Bunla
genel olarak barışığım aslında. Kendime kadarını yapıyorum pole’un. O kadarında
da pek çok mücevher ve lezzet bulabiliyorum. Ama oralarda bile bazen aşırı
zorlayabiliyorum bedeni. Haziran ortasında böyle bir şey oldu. Alt trapezlerde
hafif bir çekme, spazm yaşadım bir antrenmanda. Hareketi bıraktım ama o ince
sızı bir süre daha devam etti.
Antrenmana ara
versem de, dersler vermeye devam ettim tabii. Ne de olsa, beni zorlayacak bir
hareket göstermiyordum, ne olabilirdi ki?
Hani ilk
derslerde, omuzdan değil sırttan çekmekle ilgili söylevler çekiyoruz ya, terzi kendi söküğünü dikemezmiş. Sırt kaslarım
spazma girip işlevini yeterince yerine getiremeyince 2 ay içerisinde iki
omzumda da sıkışma, ödem, yırtık gibi bütün felaketler bir araya geldi.
Akromion başının kancalı olup (tip3) rotator cuff’ı baskılaması da süreci biraz
hızlandırdı. Neticede Ağustos sonunda araba kullanamaz, saçımı tarayamaz hale
geldim.
Bu gerçekten
korkunçtu! Bir anda sadece hobimden değil, işimden de oldum.
İlaçlar ve
dinlendirmeden sonra 1 aydan fazla her sabah 8 de hastaneye gidip
fizyoterapistin omuz protokolünü uyguladım. 1 aydan fazla diyorum. Sabah 8
diyorum. Kolumu diğerinden destek almadan havaya kaldırabildiğim gün dünyalar
benim oldu.
Ama hala çok
zayıftı. Pole’a tam anlamıyla dönmeden önce gymde çalışmaya başladım. Pek sıkıcı olsa da eklemlere yük bindirmeden kasları çalıştırmanın pole'a döndüğüme çok faydasını gördüm.
Bu arada stüdyo kimliği değişti. Bir dünya markalama çalışamaları, yeni fotoğraf çekimleri, tekne partisi falan sırasında hep sakatım. O yüzden fotoğraflarda normal ayakta duruyorum genelde.
Ya da olabildiğince normal diyelim.
Şimdi hiç fena değilim, yeniden minik minik antrenmana başladım. İnsanın kolunu kaldırabilmesi büyük bir lüks. Bunu asla unutmayın dostlarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder