4 Haziran 2023 Pazar

Feminist hareketin bir parçası olarak pole’u yeniden düşünüyorum. Öyleyse varım.


 Baştan diyeyim, bu bir ahkam değil, sesli düşünme yazısı olacak. 

Şunu: Erkek egemenliğinin (ve iktidara yegâne ortak olabilme imkanlarından birinin) ana kalelerinden olan ailenin ayağına taş değecek diye ülkece kendimizden geçiyoruz. Kadınlara yönelik akla ziyan söylemlerin ve politik hamlelerin hızı kesilmemişken, Onur ayına da LGBTİ+ topluluğunun şeytanlaştırılmasının arşa çıktığı bir dönemde girdik. Bu ahval ve şerait içinde varoluşumuzu savunmak için pole hala bir alan olabilir mi? 

Bundan on yıl önce pole dance’a başladığımda pole dansçısının söylemsel gücü ve o zamanlar hemen hemen yeraltı sayılacak komünitenin sağladığı dayanışma olanakları başlı başına heyecan vericiydi. Diğer bir deyişle, pole bize, sadece direk üzerinde dans etmeye ilişkin güç, artizlik ve ifade biçimlerinin ötesinde topluluk olarak güçlenme, sosyal normları sorgulama ve faillik iddiaları sunuyordu. Bunu az açayım; söylemsel güç diye neden bahsediyorum. Pole camiası hiçbir zaman homojen bir yer olmadı tabii ki. Her aktörün ayrı bir yoğurt yiyişi var. Mesela, bazılarımız için pole bir sanat, yaratıcı ifade alanı değil mi? Hikayemizi paylaşmak için bir aracı. Ama pole aynı zamanda beden pozitif bir eylem alanı. Pole dance pratiğiyle bedenimizi gerçek dışı güzellik standartlarına uydurma zorunluluğu duymadan kabul etmeyi ve can dostlarımızı da bu yönde teşvik etmeyi öğreniyoruz. Pole’a daha bir savaşçı/şifacı personasıyla yaklaşanlar var. Güç, dayanıklılık ve zorlukların üstesinden gelme becerileri sadece fiziksel olarak değil duygusal ve manevi olarak da sahipleniliyor. Bir de tabii toplumun uysal, edilgen kadın beklentisiyle ters düşmek pahasına cinselliğini ve seksapelini savunan pole dansçısı var. 


Bildiğiniz gibi bu yoğurt yiyişler birbirini dışlamıyor, pole pek çoğumuz için bunların ve daha fazlasının çeşitli alt kümeleri. İlk bahsettiğim yoğurt yiyiş bir hikaye anlatma biçimiydi. Ama, can dostum, dikkat edersen, diğerleri de performatif olarak başka başka hikayeler anlatıyor. Pole yapmak için 90-60-90 (ya da artık günümüzün normu neyse, ben biraz dinazor kaldım) olmak zorunda değilim diyen polecu da, bizzat bunu yaparak, hakim anlatıyı bozacak yeni bir hikaye kuruyor. Ha keza, 9 inch topuklular üzerinde vahşice saç savuran femme fatale dansçı, kadına ilişkin makbul söylemi orasından burasından bükerek varoluşuna ilişkin bir başka bir şey söylüyor. Asıl önemlisi bunları fanusun içinde tek başına yapmıyor. Can dostları için de destekleyici ve güçlendirici ortamın bir parçası olarak yapıyor. 

 Dediğim gibi, on yıl önce bu tablo benim için beş parmağımın uçlarını dudağımda birleştirip muah diye beş ayrı yöne açtıracak (bu dediğimi şu an denedin mi? :) ) bir şeydi. Ancak aradan geçen zamanda dünya da biraz değişti, camia da. Birincil olarak, Gezi ve Kalkışma sonrası gittikçe sertleşen iktidar toplumsal olarak da yeni bir öküzlük seviyesine gelmemizi sağladı. Egemenler gücünü dışlamalar üzerinden sağlıyor çokça. Buna mukabil ataerkil söylem güçlendikçe buna içeriden, aynı dili konuşarak yapılacak müdahalelerin gücü azalıyor. Tavır ve niyet tam aksi olsa da kendi nesneleştirilmesine katkıda bulunabiliyor. Kadınlar söz söyleyemez diye megafonla, mikrofonla, koca koca ses sistemleriyle bağıran birinin yanında ‘söyleyebilirim, söyleyebilirim’ diye duyulmaya çalışmak gibi. Hele hele kanlı canlı şiddetin önü bu kadar açılırken bedensel varoluşunun çıplaklığında (kelimenin tam anlamıyla) mücadele etmek mangal gibi yürek istiyor. Kimimiz bu anlamda kültürel olarak, sınıfsal olarak daha korunaklı konumlardayken, kimimiz daha açık hedef olabiliyoruz. 

Eh, pole camiası da aslolarak politik amaçla bir araya gelmiş topluluk değil. Birçoğumuz için öncelikle bir iş. Ekmek teknesi. Faturalarımızı ödeyen bir şey. Dolayısıyla ne yeraltında kalabilir ne de kabak gibi hedef olup güvensiz bir hale gelmeyi göze alabilir. Sonuç ister istemez, az ya da çok, tüm bu çeşitliliğin ve potansiyelin teknik ve virtüözite lehine gözden düşmesine doğru evrilebiliyor. 

O zaman şey yapalım biz ya, mesela bu alanı hemen terk edelim. 

Yaklaşık bir sene önce az çok böyle bir şey yaptım. Sonuç aylar süren bir yalnızlaşma, depresyon ve anlam yitimi oldu. Yapmayın, hiç tavsiye etmiyorum. 

Şimdi diyorum acaba yeni bir dil, tam da pole’un bize sağlayabileceği yeni bir bedensel dil arayışı mümkün olabilir mi? Gittikçe pole camiasında da daha fazla yer edinen LGBTİ+ hareketinden, kadın hareketinin politik taleplerini de gözden düşürmeden, neler öğrenebiliriz? İkinin dilini konuşmaya ısrar etmek yerine toplumsal cinsiyetin çoğulluğu bize nasıl katkı sağlayabilir? Bu noktada her birimizin kişisel deneyimleri ve bu deyimlerin ortaklaşması için sahip olduğumuz paylaşım imkanları çok değerli. Susup kaybetmeyelim, döne döne kazanalım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder