11 Haziran 2025 Çarşamba

Dikey Ekipmanla Yatay İlişki

Eski videolarımı izlerken ‘ulan nebçim de cıvırmışım beah, poleu elimde oyuncak ediyormuşum’ diye düşündüğüm oluyor. Sonra hemen utanıp etrafta telepati marifetiyle bu sömürgeci fikirlerimi duyan oldu mu, Spinoza bana ‘otur, sıfır!’ diyecek mi diye telaşlanıyorum. Zaten, ülkümüz yükselmek, ileri gitmek olduğundan pole’un da fethedilecek bir hedef, bedeninin bayrağını çekeceğin gönder halini alması hiç şaşırtıcı değil. Peki sizce Pole’u nesne yerine partner olarak görmek dansı, antrenman biçimimizi, kinetik düşünümselliğimizin duyumsal sikimsonikliğini (ifade etmek istediğim şeyi bence tam karşılıyor.) nasıl etkilerdi? 

Çokgzel etkilerdi. 

Dün derse koreografi hazırlamak için doğaçlama yapıyordum. Bir ara durdum, ‘güzel bir şey hissediyorum lan, ne bu?’ diye düşündüm. Hava beş yüz derece, üstüm başım sabahtan beri sıkıp durduğum sivrisinek uzaklaştırıcı okaliptüs, lavanta yağlarıyla kaplı, derse kalmış az bir zaman, umwelt çılgınlığından sonra ders vermeye dönmek bedenime aşırı yüklenmiş, her yerim ayrı ağrıyor, yani güzelden fersah fersah uzağız. Sonra fark ettim ki, bu perişanlığımla hareket etmeye çabalarken pole bana adeta koltuk çıkıyor: altımdan giriyor, üstümden çıkıyor, devrilecekken tutuyor, uzanırken ittiriyor. Elimde oyuncak değil kesinlikle. Peki ne? 

Buna geçmeden bir parantez açayım: ( 

POLE’UN KÜLTÜREL ANLAMI 

Biliyorsunuz ki pole dans, kültürel olarak iki ana kutup arasında sıkışmış durumda: 

Bir yanda: Egzersiz, spor, atletizm, dayanıklılık, güç gibi kavramlarla anılarak saygınlaştırılmaya çalışılan bir biçim. Bu yaklaşım genellikle pole’un seks işçiliği kökenlerini unutturmak ister. Pole’u olimpik spor olarak kabul ettirme çabaları, bu damardan beslenir. Buralar amaç yönelimli, rekabetçi, standartlaştırılmış, objektif ölçümle değerlendirilebilen (süre, skor, puan) ve zafere (nailed it!) odaklı. 

Diğer yanda: Erotik, queer, eğlenceli, marjinal, bedenin arzuyla ilişkisini açığa çıkaran bir alan olarak görülür. Bu yaklaşım pole’u bir bedensel özgürleşme pratiği olarak sahiplenir. Oyunla, ritüelle, bazen de direnişle ilişkilendirilebilir. Performans ölçütleri öznel ve kültürel olarak daha değişkendir. 

Pole, oraya buraya çekiştirmeye çalışsak da, iki kutupta da değil, ara bölgede ve sınırları muğlak. Üstüne üstlük, bu iki eğilim bazen çatıştığı gibi bazen de kesişiyor. Ama her iki durumda da pole, bedenle nesne arasındaki ilişkiyle dikkat çekiyor. 

Bu konuda daha önce zaten Dikey ve Yatay’ın Semantik, Sembolik ve Salisik Asidik Anlamı başlıklı muazzam bir fikir yazısı kaleme alışmıştım hatırlarsanız. 

Üniversitede bir hocam final ödevimi lisans öğrencilerinin kendilerine referans vermesinin çok kabul gören bir şey olmadığına ilişkin kibar bir notla geri vermişti. Halbuki, as I said elsewhere deyip dipnotta kendi vize ödevimi kaynak göstermem bana son derece makul görünmüştü o zaman. 

As I said elsewhere:

‘ekipmanla kurulan ilişki de anlamın yaratılmasında etkili. Dikeyle kurulan ilişkide böyle bir manipülasyon ve kontrol ilişkisini reddetme ve Pole ile eşitlikçi bir ilişki kurma fikri de safça olmayabilir. Bu, dansçının pole’u güç ya da otorite aracı olarak görmediğinde ya da kendi üzerinde pole’un baskısını hissetmediğinde söz konusu olabilir. Pole ile karşılıklı dönüşülen, eşit bir ilişki, bir ortaklık ilişkisi kurulabilirse o eski fallik anlam ters yüz edilebilir.’ 

Şimdi bu laf salatasını biraz açmaya, pole deneyimimizi zenginleştirecek, duygu dünyamızda çiçekler açtıracak ekipman ile ilişki konusunda laflar hazırlamaya çalışacağım. 

BİRAZ FENOMENOLOJİ DİYORUZ:
Merleau-Ponty, Kinestetik Birlik ve Pole’un Bedene Dahil Oluşu 

Merleau-Ponty’nin kinestetik birlik kavramı, pole ile dans ederken yaşanan tuhaf ama tanıdık hissi açıklamaya yardım edebilir. Klasik Kartezyen geleneğe göre beden zihnin ikamet ettiği, kullanlığı bir makine. Merleau-Ponty için ise beden, dünyayla kurduğumuz ilişkinin başlangıç noktası, algının kendisi. Bu anlayışta pole’a sadece fiziksel olarak dokunmuyorsun, pole sayesinde dünyayı farklı bir şekilde deneyimlemeye başlıyorsun. Hatta pole bedenin bir uzantısına dönüşüyor. 

  • Bedenin hareket olasılıkları değişiyor – pole ile zıplamak, takla atmak, yürümek bile aynısının polesuzuna göre daha kolay, çünkü pole destek oluyor. – burası açık gibi. 
  • Bedenle nesne arasında özne-nesne ayrımı bulanıklaşıyor – pole 45 mm krom bir boru olmayı aşıyor, bedenin algısal alanının bir parçası haline geliyor. – bunu ifade etmek biraz daha zor. Ama Merleau-Ponty güzel açıklıyor: 'Körün bastonu eli gibi değil, gözünün uzantısı gibidir.' Polecu için de pole gövdenin uzayda yön bulmasına yardımcı olacak bir referans noktası olarak görmek mümkün o halde. 
  • Hareket hareket anında anlam kazanıyor - Merleau-Ponty’nin bedene dair en güçlü kavramlarından biri de 'bedenleşmiş bilinç' fikridir. Kafanda bir kurguyla pole’a yönelsen de bedenin polea dokunuşuyla yeni bir yön doyuyor. Ay bunu biraz daha açacağım çünkü bence şokomelli. 

Öncelikle, hepimizin bildiği gibi polelu/polesuz yeni bir hareket öğrenirken, başta hareketi zihinsel olarak anlıyoruz: "iç kol yukarıda, dış el split grip vs…" Ama bir noktadan sonra beden hareketi düşünmeden yapıyor. Yani beden hareketi öğreniyor. Bilinç, bu hareketin içinde, hareket artık bedensel bilgi. Sonralıkla, pole ile hareket ettikçe, pole da artık dışsal bir nesne gibi hissettirmemeye başlıyor. Bedenin, pole’un varlığını hesaba katmadan hareket etmiyor. Yeni bir beceri çalışırken öğrencilerime ‘poleu bükemezsin, sen bir yol bulup büküleceksin’ dediğim çok oldu. Ama zaman içine elin kavradığı yer, dönüşün ivmesi, yerçekimiyle ilişkisi artık bedenin bildiği şeyler oluyor, yani pole bedensel bilinçle bütünleşiyor.

Şimdi bak süper bir şey diyeceğim: 

Polecu beden sadece kendini değil, pole ile birlikte olan bir kendini biliyor. Bu yeni özne, ben ve pole değil, bir polebendir.

 

BİRAZ DA PSİKOLOJİ DİYORUZ:
Winnicott, Geçiş Nesnesi ve Pole’un Oyun Alanı Olarak Rolü 

Poleben fikrini çok radikal bulanları buradan yakalayabilirim gibi geliyor. Donald W. Winnicott’a göre, bebek ile anne birbirinden ayrılmaya başladığında, geçiş nesneleri bu ayrılığı tolere edebilebilir hale getiriyor: emzik, battaniye, oyuncak ayı gibi. Bu nesneler güven duygusu veriyor, korku ile baş etmeye yardımcı oluyor, oyun için bir alan yaratıyor.

Deneyimle sabittir ki pole özellikle duygusal ya da fiziksel zorluklar yaşayan biri için çok benzer bir alan yaratabilir. Hem senden ayrı bir nesne - soğuk, metalik, ama bir yandan da sabit, güvenilir, seni taşıyan bir varlık. Cuk oturmuyor mu allasen? Pole’un sağladığı oyun alanında arzunu denersin, riske girersin, başarısız olur ama yeniden denersin. Dur bunu da şekilli diyeceğim:

Pole, kendinle oyun kurabileceğin bir aracı varlıktır.

Peki, ben bunları neden yazıyorum güzel kardeşim? Gerek kendimden, gerek dost meclislerinden çok iyi biliyorum ki, pole’a yönelik dikey yaklaşımlar ağır bastıkça pole senden uzaklaşıyor, bir challenge’a dönüşüyor. Dikey yaklaşım derken tırmanma demiyorum elbette, tabii ki tırmanacağız ama tırmanmayı pole’un tepesine çıkmak gibi değil de pole ile, pole sayesinde yükselmek gibi görebileceğimiz bir dünya mümkün. 

Ve orada halılar gerçekten uçar, lambadan cin çıkar.

29 Nisan 2025 Salı

Bir Direniş Alanı Olarak Beden

Bugün Dünya Dans Günü. Merkezi ve yerel yönetimlerin sunduğu devasa imkanlar sayesinde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de büyük bir coşku ile kutlanıyor. Sokaklar, meydanlar, kamu binaları, okullar, mokullar, vatan sathı dev bir dans pistine dönüştürülmüş durumda. 

Biz de aylardır medarı iftiharımız, en büyük eserimiz UMWELT –bir pole tiyatrosu- üzerinde çalışıyoruz. Bir ki üç dört, son ki üç dört derken bedenin ve dansın doğası üzerine düşünüyor, bedenin devrimci potansiyelleri üzerine kafa yoruyoruz:
Beden nasıl direnir?
Dans nasıl yeni oluş biçimleri yaratabilir? Nasıl yeni dünyaların eşiğine taşınabilir?

Şimdi, fırsatını bulmuşken günün anlam ve önemine binaen, dansın ve bedenin devrimci yanına dair iki kelam da ben etmeyeyim mi?



Beden yalnızca karbon temelli iskelet, sinir, kas sistemi değil; tarih boyunca iktidarın, normların, kültürel kodların işlendiği bir yüzeydir. Askerde, okulda, fabrikada, ofiste, cezaevinde, spor salonunda bedenin nasıl duracağı, nasıl oturacağı, nasıl yürüyeceği, nasıl savaşacağı belirlenip uysallaştırılıyor. Toplumsal cinsiyet rolleriyle bedenin hangi arzuları yaşayabileceği, nasıl görüneceği belirleniyor. İdeal beden kavramları, zayıf, güçlü, fit, genç beden dayatmalarıyla doğal akışı reddedilip şablonlara sıkıştırılıyor. Aşılar, üreme kontrolü, doğum politikalarıyla bir halk sağlığı nesnesi olarak düzenlenip yönetiliyor. Demem o ki her tuşa basılarak beden bir kontrol alanı haline geliyor.


Bununla beraber, bu yüzden ve bu sayede beden aynı zamanda ilk ve doğrudan direniş alanı. Dans eden bir beden de sadece estetik bir gösteri değil, kendi kendisini yeniden yazan, normları yerinden eden bir metin. 


 “Amma da abarttın! Yarım hava oynamak
devrimci mi?” deme can dost. Oku hele, ikna ederim gibi geliyor.


Sabitleyemediklerimizden misiniz?
Sistem dediğimiz şeyler (yasa, dil ve kültür, logos ve mitos ve algoritma) kimlikleri tanımlayıp, sınırlandırmaya, sabitlemeye uğraşadursun; beden, hiçbir zaman, tam anlamıyla sabit kalmıyor, her zaman çelişkiler barındırıyor. Her poz, her form içinde sürekli bir oluş zemini, değişim potansiyeli, olasılıklar yumağı halinde mikro hareketler ve titreşimler var.  

İçi seni, dışı beni

Dış dünyadan gelen normlara, beklentilere göre biçimlenmeye zorlanırken kendi arzularını, ihtiyaçlarını da barındırıyor. İç (hisler, arzular, düşünceler) ile dış (görünüş, hareket) arasında bir sınır gibi. Ama bu sınır geçirgen; iç, dışa sızıyor; dış, içi etkiliyor. Bedenin bu içkin arzuları dışsal iktidar mekanizmalarını altüst edebilme potansiyeli taşıyor.


Yaralanabilirlik

Beden, yalnızca gücün değil, yaralanabilirliğin de mekânı. Bir pole’a tırmanabilir, bir ağırlığı kaldırabilir; ama aynı zamanda düşebilir, incinebilir, yorulabilir. Ve tam da bu yaralanabilirlik, bizi birbirimize açar. Çünkü kırılgan olan, yalnızca savunmasız değil, ilişkiye açık olandır. Dans eden bedenler, yalnızca kendi kuvvetlerini değil, birbirlerinin titreşimlerine verdikleri yanıtları da taşır. Yaralanabilirliğimizi kabul etmek, sabitlenmiş, izole kimliklerin sınırlarını aşarak birlikte var olmanın başka biçimlerine kapı aralar.


Bedenlerimiz sistemlerin kodlarını taşırken, aynı zamanda o kodları bozuyor, titreşimler ve mikro hareketlerle yeniden yazıyor. Dans, işte bu mikro başkaldırıların, bu oluş ve ilişki ağlarının kutlanması.
Bugün Dünya Dans Günü.

Belki uzun hava oynamakla devrim olmaz ama insan uzun hava oynamakla devrimci bir beden olabilir. 
Biz dansı yalnızca bedenlerimizi hareket ettirmek için değil, görsel bir şölen sunmak, tricklerimizle seyircinin aklını almak için değil, kategorilere hapsolmayı reddetmek, yaralanabilirliğimizi görünür kılmak ve birlikte yeni ihtimaller yaratmak için seçiyoruz.

Çünkü sabitleyemediklerinizdeniz.



8 Şubat 2025 Cumartesi

Splitoluş: Bireyleşme Teorisi Açısından Hareketin Sahipliği Üzerine

Bir harekete “sahip olmak” ne anlama gelir? Pole dansçıları arasında sıkça duyduğumuz “Benim splitim var”, “Senin splitin var mı?”, “Shoulder mountum yok”, “Invert’üm kaçmış” gibi ifadeler, hareketin sahip olunabilecek ve yitirilebilecek bir nesne olduğunu ima ediyor. Stüdyoya düzenli gidiyorsanız, geçen hafta yaptığı hareket bu hafta çıkmayınca malını mülkünü kaybetmiş gibi feryat eden polculara rastlamışsınızdır. Neyse ki yazları felsefe kampına gidiyorum da bu acının yersizliğini size Gilbert Simondon’un bireyleşme teorisiyle ispatlayarak yüreğinizi ferahlatabilirim. Çünkü dostlarım, hiçbir harekete gerçekten sahip olunamaz. Split ya da herhangi bir teknik beceri, sabit bir nesne değil, bir oluş sürecidir.



Russian splitimiz yok. Daha önce Russian split yapmışlığımız var. Ayrıca kimseye de Russian split borcumuz yok.



Nedir Bu Bireyleşme?

Harika bir şekilde anlatıyorum, dikkat buyurun:

Simondon, bireyleşmenin yalnızca insanlar için geçerli olmadığını, doğadaki fiziksel, biyolojik ve zihinsel süreçlerin tamamında ortaya çıkan temel bir ilke olduğunu savunur. Kristalleşme bu süreci anlamak için güzel bir örnektir.


Doymuş bir tuz çözeltisini düşünelim. Bu çözeltide tuz molekülleri su içinde eşit olarak dağılmıştır ve sistem “metastabil” yani yarı kararlı bir durumdadır. Ufak bir değişiklik, örneğin çözeltide bir tohum kristalin eklenmesi, bu dengeyi bozar ve kristalleşme başlar. Tuz molekülleri belirli bir düzene girerek kristal oluşturur ve sistem daha kararlı bir hale geçer. Kristalleşme tamamlanır ve sabitlenir.


Canlılar ise farklıdır. Kristaller gibi tamamen sabitlenmezler; bireyleşme süreci her zaman devam eder. Canlı bireyleşmesinde bireyöncesi fazlalık, yani henüz tam olarak belirlenmemiş potansiyeller her zaman var olur. Bu fazlalık, bireyin dönüşme ve değişme kapasitesini taşır. Bak hemen örneklendiriyorum:


Bireyleşme: İlk Performans

Bir dansçının sahneye ilk çıkışını düşünelim. Bedeninin yaptığı her hareket, o anda bireyleşen bir süreçtir. O anki performans, dansçının geçmiş antrenmanlarının, bedensel kapasitesinin, ruh halinin ve sahne atmosferinin birleşimiyle oluşur. Bu benzersiz performans, bireyleşmiş bir andır ve tam olarak aynı şekilde bir daha asla gerçekleşmez.


Bireyöncesi Fazlalık: Gizli Potansiyeller

İşte bu bireyöncesi fazlalık sayesinde dansçının bedeninde henüz gerçekleşmemiş ama her an ortaya çıkmaya hazır potansiyeller saklıdır:


  • Esnekliğini artırıp bir gün full split yapabilir.
  • O anda doğaçlama bir hareketle koreografiyi tamamen dönüştürebilir.
  • Ya da dans stili zamanla değişip çağdaş danstan hip hop’a geçebilir.


Bu potansiyeller, dansçının gelecekteki tüm dönüşümlerine zemin sağlar.



Hareketin Varlığı Koşullu ve Geçicidir

Bir hareketi “sahip olduğumuz” bir şey gibi görürsek, onu sabit ve değişmez bir yetenek olarak değerlendiririz. Oysa hareket, kristal gibi katı bir yapı değildir; her yaptığınızda yeniden bireyleşir. Bugün yaptığınız bir split, yarın çıkmayabilir. Bu, onu hiç yapmadığınız anlamına gelmez; yapabiliyor olmanız da onu sonsuza dek “sahip olduğunuz” anlamına gelmez. Split, senin onunla kurduğun ilişkide varlık bulur. Split bir bireyleşme momentidir, metastabil bir ilişkinin gerçekliğidir. Split adeta bir Yılmaz Erdoğan şiiridir.


Sonuç Yerine…
Bugün shoulder mount yapabildin diye yarın dersi kırma. Sonsuza kadar derse gel. Öptüm, kib, bye. 



13 Kasım 2024 Çarşamba

Pole Dans Erotik Mi?

Gün geçmiyor ki dünya yanarken aklım eften püften bir şeye takılmasın. Finlandiya’da yaşıyormuşum, üstelik küresel ısınma da yokmuşçasına, bugünkü derdim erotik hareket. Hadi bakalım, bir de buradan yakalım.


Direk dansı deyince zihinlerde cinsellikle yüklü imgeler beliriyor (genelde, özellikle de hiç pole stüdyosu görmeyenlerde :) ) Hatta cinselliğin kendisi toplumsal ahlak nezdinde kaybettiği için pole dans da kaybetmiş sayılıyor.


Şimdi pole’un başka tarzları var isteyen onu yapar, isteyen bunu yapar yazmayacağım tabii ki. Bunları seneler önce edepli pole türleri, edepsiz pole türleri diye yazdım. O zamanlar toplum daha hazır değildi. Seksili pole, seksisiz pole diye kıvıra kıvıra konuşuyorduk. Ama görüyoruz ki toplumun hazır olacağı falan yok, aksine bayır aşağı yuvarlanıyor. Ben de ne yapayım, ilk iş kariyer nette kollapsolog iş ilanlarına baktım. Bu alanda pek yükselme fırsatı yoktu açıkçası; beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz diye falan sormuyorlar hiç. Beş yıl sonra dünyayı da bir yerde göremiyorlar herhalde. Neyse, işte ikinci iş olarak da bilgisayarın başına geçip pole erotik mi değil mi diye yazı yazmaya karar verdim. Bence mantıklı.


Aslında bir süredir biri gelse, bir şey dese de lafı yapıştırsam diye Bataille’ından Irigaray’ına elalem erotizm hakkında ne diyor okumaya çalışıyordum. Okudukça popoya pıt diye vuran parmağı yanmış gibi üflemek ve ayağa kalkarken önce dizleri düzeltip kalçayı seyirci tarafından fıyırdatmak dışında erotik hareket nedir diye aldı beni bir düşünce. 


Bizim oraların havalarıyla başlayalım. Eros aşk, arzu, yaratıcı enerjiyle ilişkili bir figür. Mitolojik olarak yaratıcılık erkek tanrılar tarafından kıyın kıyın gasp edilmiş, benzer şekilde yaratıcı alanlardan kadınlar sistematik olarak dışlanmış.  Erotik haz ve bedeni üzerinde karar verme hakkı da sadece insanın zulmünden uzak kalmayı başaran tek tük hayvana ve erkek insanlara tanınıyor. Yani erkeklere de asla tanınmıyor da en azından ‘haz başkasının bedeni üzerinde kurulan bir galibiyettir bu hak da sana aittir ey erkek’ diye yalandan bir mutabakat var. Aynı toplumsal mutabakat kadına da başkasının mutluluğundan alınan ikincil bir haz reva görüyor. Bu anlamda norm dışı kabul edilen pole dans başlı başına kadının (ve queer bedenin) kendi arzusuna sahip çıkma, kendi bedeninde hak iddiasında bulunma olarak görülebilir ve politika ile erotikanın kesiştiği bir yer olarak düşünülebilir.


Bu fikir açıkçası bana oldukça ikna edici geliyor ama kesmiyor. Pole repertuvarının postürleri, pozları ve hareket kalıpları seyirciye ve seyircinin arzusuna yönelik. Bir bakımdan bunda sıkıntı yok, erotik deneyim zaten bedenin sınırlarıyla, bedenler arası ilişkiyle, beklenti ve duygularla yakından ilişkili. Ama bir bakıma da sıkıntı var çünkü gerçekten de hep aldığımız eleştiride olduğu gibi kadın bedeninin metalaştırılmasına doğru da kaygan bir zemin oluşuyor. Tam da bir önceki paragrafta dediğim gibi başkası için yaşamanın kadın için normal olduğu dünyamızda.


İşte bu yüzden bedenin kendi deneyimiyle ilişkili de daha yakından düşünmek gerekiyor olabilir. 


Tüketim odaklı toplumda erotik haz kavramının da diğer her şey gibi içi aşırı boşaltılmış, kelimenin anlamı çözülmeye yönelen bir gerilimden ibaret kalmış gibi. Halbuki arzu, farkındalık, neşeye, yaşama yönelmişlik, duyusal ve ruhsal yoğunlaşma gibi veçheleri de var. Böyle bakınca hareket ve de dans ve de pole dans, dansçı için bedenin geneline yayılan ve zihinsel bir derinlik kazanan bütüncül bir hale geldiğinde erotik olabilir gibi geliyor bana. 


Bu deneyim bir zorluğu yenmeyle de alakalı olabilir, ekipman ve fizik yasalarıyla girdiğin ilişkiyle de, hareketin bedende yarattığı titreşimlerle bağlantıya geçmeyle de. Tam da adını koyamadığımız o ilk spinin hazzını hatırla bakalım, sanki oralarda erotik bir şeyler var. Neticede ne kadar beden varsa o kadar da erotizm vardır diyemez miyiz? Peki bunu önceliklendirsek nasıl hareket ederdik? Pole antrenmanımız neye benzerdi? Pole ile ilişkimiz nasıl evrilirdi sence?


İşte bunları düşününce lanet olsun diye nefesimi tuta tuta yaptığım trick yerine bedenin hoşlandığı yerlerde gezmesini tercih eder oluyorum. Kolay olmak zorunda değil ama keyifi olmak zorunda bana kalırsa. Hareket üzerinden farklı deneyimlere açılmak, oralardaki hissiyatı tatmak ve seçmek...


Şu gezmeye, dinlenmeye, eğlenmeye geldiğimiz beş para etmez harika dünyada yaşayacağımız deneyimi zenginleştirecekse bence düşünmeye, araştırmaya, denemeye değer.

13 Eylül 2024 Cuma

Dikey ve Yatay’ın Semantik, Sembolik ve Salisik Asidik Anlamı

Toplanın can dostlar. Direk dansçılığınıza burun kıvıran arkadaşlarınızın fallik mallik sözlerine karşı kapı gibi laflar hazırlıyorum. 


Pole dance sadece ülkemizde değil dünyanın hemen her yerinde feminist cephelerden de eleştirilen bir dans. Bunu anlamak elbette zor değil. Direkte dans eden kadın genel tahayyülde gerçekten de bir erkek (efendi) için dans eden, bedenini bir seyirlik (nesne) haline getiren, fetiş bir imge. Belli bir bakış açısından pole dansın gerek stüdyoda gerekse de sahnede icrasının bu imgeyi dolaşımda tuttuğunu ve güçlendirdiğini iddia etmek mümkün. Tarihsel imge yükünün yanı sıra arkadaşlarınız pole’un kendisini fallik bir temsil olarak okuyabilirler. Ki dance on my pole diye mesaj atanlar da öyle okuyor zaten. 

Bu durumda hemen dölöööz diye bağırın. Benim anladığım ‘seni dinlemedim ama bence dölöz’ diyerek her tartışmayı kazanabilirsiniz. Bakın şimdi nasıl kazanacağım. 

Jackson Pollock’u bildiniz mi? 1950lerde ölmüş Amerikalı bir ressam. Soyut dışavurumculuk akımının öncülerinden, action painting tarzının kurucusu mu artık en popülerlerinden biri mi. Hani tuvali yere serip boyaları fırlata fırlata resim yapan adam. İşte dikeyden yataya bu geçiş milletin ağzına fetih metaforu üzerinden acayip laf vermiş. Andy Warhol demiş ki, bu demiş, sömürgeci beyaz adamın hareketidir. Sömürgeci için toprak, üzerinde kimsenin yaşamadığı (çünkü yerliler insan değil) boş, düz, yayılmaya müsait bir topografyadır. Pollock’un toprak (yatay yüzey) üzerindeki iz bırakma tavrı da sömürgeci zihniyetin bir yansıması olarak görülür. Yani, Pollock’un sanatı, erkek egemen bir otorite figürünün toprak üzerinde hakimiyet kurma ve iz bırakma arzusunu sembolize eder. 

Bu fikir beni etkiledi. Bedenin mekanla ve malzemeyle kurduğu ilişki biçiminin onto-politik bir tarafı var. Velhasıl, Trisha Brown gibi dansçıların yatayda yaptıkları resim ile ilişkili performanslar da Pollock’a dis atan işler olarak değerlendirilmiş. 


Dansın bileşenlerinden biri bedenin içinde devindiği ya da bulunduğu mekan. Anlam ufkumuzu sağlayan göstergeler sistemi –tarihsel ve kültürel olarak belirlenmiş dilsel kategori, kavram ve kurallar bütünü- içerisinde mekan denen şeyin de çağrışımları var. Koltuğun bize çağrıştırdığı bir şeyler var ve koltukta yaptığımız her hareket o çağrışım zinciri içinden anlamlanıyor. (Baba koltuğu politiktir.) Çok daha soyut bir şey olan koordinatların da (yatay dikey yani) taşıdığı anlamlar var ve bunlar o koordinata iliştirilen hareketin yarattığı anlamı etkiliyor. 

Bu anlamda dikey ne ile ilişkilendiriliyor? Hiyerarşi, merkeziyetçilik, fallokrasi, aydınlanma, modernizm. Dikili taşları, kuleleri, roketleri, katedrallerin çatılarını, minareleri düşünün. Benjamin’e göre temsilin koordinatı dikey. 

Yatay ise akla dayanışma, eşitlik gibi şeyler getiriyor. Tembellik diyebiliriz (Hareket fazlasına ihtiyaç duyan modern bakış açısından tabii. Bir derste Aborjinlerde insan kelimesinin sembolik temsilinin yerde çıkmış göt izi olduğunu duymuştum. Büyüsü kaçmasın diye googlelamadım, hocanın yalancısıyım.). Başka? Toprak, fethedilebilir toprak, sömürge toprağı. Carter diye biri çok güzel anlatmış: sömürgecilik yerin düzleştirilmesidir diye. 

Modern dansta bedenin dikeydeki göğe yükselen enerjisini kontrollü bir şekilde boşaltıp (release) yerle farklı bir ilişki kurması bu açıdan değerlendirilebilir. Pole.L’in sürünme performanslarında olduğu gibi bedeni dikeyden, hiyerarşik, fallik, sömürgeci olandan çekmek politik bir tepki. Şimdi millet dikey postürü cancellarken bizim bir de üzerine pole dikmemiz bir çelişki gibi görünüyor. Ama öyle değil :)

Deleuze derinlik, içsellik, öz yerine yüzey diye bir kavramdan bahsediyor. Buna göre anlam sabit bir özden değil, olayların, karşılaşmaların sürekli deviniminden oluşuyor. Bu devinim de yüzeyde gerçekleşiyor. Pole’un özünde bir anlam yok. Pole, pozitif negatif tüm çağrışımlarıyla bir anlam bütünü. Bir yüzey. Bir yüzey olarak pole –baştaki arkadaşın dediği gibi- dikey uzamda yer alarak otoriteyi, hiyerarşiyi, fallokrasiyi temsil ediyor, tarihsel anlamda da erkeklere özel kulüplerdeki eril arzuyu merkeze alan bir erotizmi (burası da çok önemli bir tartışma konusu ama şimdilik tarihsel anlamının da fallokrasiyi desteklediğini kabul ettiğimizi varsayıyorum.). 

Ama işte bu egemen kavramlar da ancak yüzeyde dönüşebilir. Yoğunlaşıp katılaşmış gibi görünen yapılar sen o yüzeyle eyleştikçe yeniden bir oluş alanı olur, değişir. Nasıl? Pole dansçı kadının bedeni (ve pole dansçı queer bedenler tabii ki) bir kere hakkı olmayan bir yeri işgal eder: yukarısını. Geleneksel olarak kadın bedenine belirli sınırlar, alanlar ve normlar çizilmiştir; bu sınırları aşmak ise genellikle bir "işgal" olarak görülür. Bu sınırları aşmak, feminist bir direniş biçimi haline gelebilir. Pole dans bağlamında, dikeyde yapılan hareketler, bedenin bu kuralları ihlal ederek "hakkı olmayan" yerlerde varlık göstermesi, bedensel özgürlüğü ve temsiliyetin dönüşümünü vurgulayabilir. Bu durum, toplumsal cinsiyetle ilişkilendirilen fiziksel mekân ve beden kavramlarını sorgulayan, yerleşik normları altüst eden bir eylem olarak düşünülebilir. 

Ayrıca ekipmanla kurulan ilişki de anlamın yaratılmasında etkili. Pollock’un üzerinde ayakta durup boya fırlattığı tuvalini düşünün. Dikeyle kurulan ilişkide böyle bir manipülasyon ve kontrol ilişkisini reddetme ve Pole ile eşitlikçi bir ilişki kurma fikri de safça olmayabilir. Bu, dansçının pole’u güç ya da otorite aracı olarak görmediğinde ya da kendi üzerinde pole’un baskısını hissetmediğinde söz konusu olabilir. Pole ile karşılıklı dönüşülen, eşit bir ilişki, bir ortaklık ilişkisi kurulabilirse o eski fallik anlam ters yüz edilebilir. 

Kısacası, Feminist bir yaklaşımla pole üzerinde hareket etmek, dikeyin fallokratik ve otoriter anlamını kırarak, bedenin bu yüzeyde özgürleşmesine izin verebilir. Sistemin dışına çıkıp toprakta yeniden bir göt izine dönüşmek de bir başka alternatif. Bu da kulağa hiç fena gelmiyor.



Bu mevzular ilginizi çekiyorsa Andre Lepecki'nin Exhausting Dance Performance and the Politics of Movement kitabı tavsiye ederim.

5 Eylül 2024 Perşembe

Güzellik Kalıplarına Invert Kondisyonu


Neden bazı şeyleri güzel buluyoruz?
Beğenilerimiz doğal mı, evrensel mi?

Beğenilerimiz neye hizmet ediyor?

Bakışımızı değiştirmek mümkün mü?



Geçtiğimiz günlerde Neslihan ve Şahika’nın paylaştığı fotoğraf projesi üzerine pole camiasında bir nebze odadaki fil olan bu konuda bir şeyler yazmak, daha doğrusu sorularımı sıralamak ve can dostları birlikte düşünmeye davet etmek istiyorum. Projeyi incelemek için TIK TIK.



Hemen siyaset bilimci şapkamı takıp aşırı da genelleme ve basitleştirme yapmak pahasına başa sarıyorum. Modern devlet öncesi iktidar biçimlerinde vatandaş yok tebaa var malum. Tebaanın iktidara bağlanmasında ana duygu korku. Halk önünde yapılan işkence ve infazlar, aşırı şaşaalı taht törenleri falan bu yüzden. Aydınlanma sonrası insan merkeze konduğunda artık iktidarla ilişki baskının yanı sıra kabul de gerektiriyor. Vatandaşın sistemi istemesi gerekiyor.


Adorno'ya göre ideoloji bu anlamda en önemli aygıt: ideoloji kapitalist toplumda bireylerin gerçekliğin farkına varmadan, egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden yanılsamalarla yönlendirilmesini sağlıyor. İdeoloji, sosyal yapılar ve kültürel formlar yoluyla bizlere sunuluyor ve gerçekliği eleştirel bir şekilde sorgulamamızı engelliyor. Adorno, özellikle kitle kültürünün, bireylerin düşünce kapasitelerini zayıflatarak pasifleştirdiğini ve eleştirel bilinç geliştirmelerini engellediğini savunuyor. 


Bu bakış açısıyla kitle kültürü ve popüler sanatın, egemen ideolojileri güçlendirdiğini ve bireyleri mevcut toplumsal düzene uyum sağlamaya yönlendirdiğini savunmak mümkün (ki zaten elimizde hazır savunulmuşu var ). Sanat, ideolojik yanılsamayı aşma potansiyeline sahip bir direniş alanı olmakla beraber ve bu özelliğinin tam tersine, evrensel uyum, güzellik, merkezilik gibi kavramlarla toplumdaki statükoyu yüceltebilir ve eleştirel düşüncenin önüne de geçebilir. Özellikle kapitalist toplumlarda, sanat tüketim odaklı bir yapıya bürünerek bireylerin sorgulayıcı kapasitelerini zayıflatabilir ve onları ideolojik birer tüketiciye dönüştürebilir. 


Siyaset bilimciyim dedim Foucault demezsem beni vururlar. Foucault iktidarın şekillenmesinde bilgi ve söylemin üzerinde duruyor. Buna göre, iktidar bedenler ve zihinler üzerinde sürekli işleyen bir mekanizmadır. Hem bireyleri gözler, hem de (bu kısmı çokomelli) bireylerin kendi kendilerini kontrol altında tutmalarını sağlar.


Dolayısıyla estetik, bireylerin kendilerini görsel ve bedensel olarak nasıl sunduklarıyla yakından ilgilidir diyebiliriz. Estetik, bireylerin toplumda nasıl disipline edildiği, bedenlerinin nasıl kontrol edildiği ve normlara nasıl uydurulduğu üzerine bir araç olabilir. Estetik anlayış, bireylerin bedensel ve zihinsel olarak toplumsal normlara uymasını sağlarken, aynı zamanda iktidarın bedenler üzerindeki görünmez kontrol mekanizmalarını açığa çıkarabilir. Yani, estetikten bahsederken, evrensel bir güzel üzerinde aklın verebileceği nesnel bir yargıdan değil (hadi büyük konuşmayayım, iyi niyetli bir çaba olarak bir rezerv bırakıp en azından sadece bu değil diyeyim) aynı zamanda bedensel ve toplumsal normlara uyum sağlayan bir birey yaratma sürecinden de bahsediyoruz. Diğer bir deyişle bedenin görsel düzenlenmesi iktidarın biyopolitik etkisinin bir uzantısı olarak kabul edilebilir. (çokomelli demiştim).


Kısacası, evrensellik/doğallık safsatası altında
pek ala inşa edilmiş olabilecek olan, güzel hissimize eleştirel bakmak, estetik algımızın sisteme yönelik bir onay ve pekiştirme olabileceğini göz önünde bulundurmak faydalı bir eser.


Pole özelinde hem sanatsal hem (kadın) bede(ni)ne yönelik estetik ile ilgileniyoruz. Geçen sene boyunca süren feminist okuma grubunda bu konuyu döne döne tartıştık. (Yanıt da bulamadık yani önden söyleyeyim çünkü öyle kolay da bir yanıtı yok.) Instagrama bir fotoğraf koyarken bizi filtreye iten güç ne? Poleda o şekilde değil de bu şekilde poz vermeyi neden seçiyorum? Bu seçimler dolaşımdaki kadın söylemini ne karar sarsıyor, ne kadar perçinliyor, yoksa sarsıyormuş gibi yaparken sağ gösterip sol mu vuruyor?


Bugünden yarına gözümüzdeki perdeyi kaldırıp yeni bir estetik üretmek hiç gerçekçi olmasa da sanatın ve estetiğin geleneksel kalıplarına meydan okumaya niyetlenmek iyi bir başlangıç. Bunun için farkındalık kazanmak, hislerimiz, düşünce ve eylemlerimizle ilgili konuşmak, tartışmak lazım. Şahika ve Neslihan’ın bu cesur projesinin camiada bu soruların önünü açacağını umuyorum.









26 Ağustos 2024 Pazartesi

Yanan Dünyanın Üzerinde Pirouette

Son zamanlarda içimden çok dans etmek geliyor. Pole odam beş bin derece olsa da iki omuz çevirip, üç hamstring fırtfırtlayıp (ısınma tavsiyesi değildir) kendimi dansa bırakıveriyorum. 


Bunu yazmam belki tuhaf gelebilir, sonuçta teknik olarak işim bu. Polecunun içinden dans etmek gelmeyecek de curling mi gelecek? Diğer taraftan öğrencilerimin ve can dostlarımın bildiğini blogu yeni okuyanlardan saklayacak değilim: iki sene önce düştüğüm depresyon kuyusunda içimdeki bütün coşku sönmüş, sevdiğim, ilgi duyduğum ne varsa kurumuş, hayatım rüzgârda çalıların yuvarlandığı çizgi film çöllerine dönmüştü. Oluyor böyle şeyler. Sonra geçiyor böyle şeyler. Ben de layer layer feraha çıktım. Bir kahkaha patlatarak. 

 Dünya kucaklayıcı ve besleyici olduğu kadar -tamam belki bundan biraz daha fazla- vahşi, saldırgan, düşmanca bir yer. Ortadoğu zaten tam bir bataklık. Sokak hayvanlarının toplatılıp öldürülmesi, doğal afetlere karşı hazırlıksızlık, ekonomik krizler ve her yanı saran savaşlar, bütün bunların yanında üzerinde düşünmeye sıra bile gelmeyen kişisel apokalipsler… Böyle bir dünyada doğal tepkimiz ağır bir ciddiyet ve karamsarlık oluyor haliyle. Peki bunun yerine neşe ve oyunbazlığı koymayı seçebilir miyiz? 

Nietzsche Mietzsche okuduğum için seçebiliriz gibi geliyor. Bu Dionysosçu kafaya göre yaşamdaki her deneyimi, özellikle zor ve acı verici olanları kabul edip onları neşeyle karşılamak dünyada olmanın en yüksek ve özgür biçimi. 

Dünyanın tüm trajedisini görmek ve buna rağmen kaderini severek kahkaha atmak. 

Kahkaha diyor aman dikkat saftirikçe sırıtma değil. Biz mutluluk, memnuniyet ve neşe arasındaki farkları pek bilmiyoruz. Neşeli olmak için halimizden memnun olmamız, dünyaya at gözlükleriyle bakmamız gerekmiyor. Belki de duyarsızlık yaftasından korktuğumuz için neşeye alan açamıyoruz. Halbuki hayatı bu türlü bir kabul etmede boyun eğme yok, meydan okuma var. Biteviye şikayetlerle, sonsuz bir yas haliyle kendini paralize etmek, kendi bokunda eşelenip durmak yerine özgürlüğü ve yaratıcılığı korumaya yönelik bir iddia var. Dünyanın ağırlığını hafifletmenin ve varoluşun anlamsızlığına karşı direnişin bir aracı neşe. Bir şeyler değişebilecekse de sanırım ancak böyle değişir. 

İşte –başından beri ama sanırım özellikle bu ara- dans etmek benim neşenin kuyruğundan tutabilmemi sağlıyor. Dilin, sistemin, baskının erişemediği temsil edilemeyen ama bedenimde, tenimde, nefesimde olan bir şeylerle ilişki kurmamı sağlıyor. Yaşadığımı, gücümün olduğunu, burada olduğumu hissedebiliyorum. Ellerimin olduğunu ve ellerimden bir şeyler gelebileceğini duyuyorum. Kaosun yaratıcı enerjiye dönebileceğini hissediyorum. Hele birlikte dans ediliyorsa bu güç büyüyor da büyüyor. 

Gerçekten berbat bir dünyadayız. Auschwitz'den sonra yazılabilecek şiir ve edilebilecek dansı tartışmaya devam edelim. Hayatta kalmak ve hayatı değiştirebilmek için de bir dansçının hafifliği ve zarafetiyle dünya denen mayın tarlasının üzerinde sıçrayalım (inişte de plie yapalım ki dizlere zarar gelmesin).