Toplanın can dostlar. Direk dansçılığınıza burun kıvıran arkadaşlarınızın fallik mallik sözlerine karşı kapı gibi laflar hazırlıyorum.
Pole dance sadece ülkemizde değil dünyanın hemen her yerinde feminist cephelerden de eleştirilen bir dans. Bunu anlamak elbette zor değil. Direkte dans eden kadın genel tahayyülde gerçekten de bir erkek (efendi) için dans eden, bedenini bir seyirlik (nesne) haline getiren, fetiş bir imge. Belli bir bakış açısından pole dansın gerek stüdyoda gerekse de sahnede icrasının bu imgeyi dolaşımda tuttuğunu ve güçlendirdiğini iddia etmek mümkün. Tarihsel imge yükünün yanı sıra arkadaşlarınız pole’un kendisini fallik bir temsil olarak okuyabilirler. Ki dance on my pole diye mesaj atanlar da öyle okuyor zaten.
Bu durumda hemen dölöööz diye bağırın. Benim anladığım ‘seni dinlemedim ama bence dölöz’ diyerek her tartışmayı kazanabilirsiniz. Bakın şimdi nasıl kazanacağım.
Jackson Pollock’u bildiniz mi? 1950lerde ölmüş Amerikalı bir ressam. Soyut dışavurumculuk akımının öncülerinden, action painting tarzının kurucusu mu artık en popülerlerinden biri mi. Hani tuvali yere serip boyaları fırlata fırlata resim yapan adam. İşte dikeyden yataya bu geçiş milletin ağzına fetih metaforu üzerinden acayip laf vermiş. Andy Warhol demiş ki, bu demiş, sömürgeci beyaz adamın hareketidir. Sömürgeci için toprak, üzerinde kimsenin yaşamadığı (çünkü yerliler insan değil) boş, düz, yayılmaya müsait bir topografyadır. Pollock’un toprak (yatay yüzey) üzerindeki iz bırakma tavrı da sömürgeci zihniyetin bir yansıması olarak görülür. Yani, Pollock’un sanatı, erkek egemen bir otorite figürünün toprak üzerinde hakimiyet kurma ve iz bırakma arzusunu sembolize eder.
Bu fikir beni etkiledi. Bedenin mekanla ve malzemeyle kurduğu ilişki biçiminin onto-politik bir tarafı var. Velhasıl, Trisha Brown gibi dansçıların yatayda yaptıkları resim ile ilişkili performanslar da Pollock’a dis atan işler olarak değerlendirilmiş.
Dansın bileşenlerinden biri bedenin içinde devindiği ya da bulunduğu mekan. Anlam ufkumuzu sağlayan göstergeler sistemi –tarihsel ve kültürel olarak belirlenmiş dilsel kategori, kavram ve kurallar bütünü- içerisinde mekan denen şeyin de çağrışımları var. Koltuğun bize çağrıştırdığı bir şeyler var ve koltukta yaptığımız her hareket o çağrışım zinciri içinden anlamlanıyor. (Baba koltuğu politiktir.) Çok daha soyut bir şey olan koordinatların da (yatay dikey yani) taşıdığı anlamlar var ve bunlar o koordinata iliştirilen hareketin yarattığı anlamı etkiliyor.
Bu anlamda dikey ne ile ilişkilendiriliyor? Hiyerarşi, merkeziyetçilik, fallokrasi, aydınlanma, modernizm. Dikili taşları, kuleleri, roketleri, katedrallerin çatılarını, minareleri düşünün. Benjamin’e göre temsilin koordinatı dikey.
Yatay ise akla dayanışma, eşitlik gibi şeyler getiriyor. Tembellik diyebiliriz (Hareket fazlasına ihtiyaç duyan modern bakış açısından tabii. Bir derste Aborjinlerde insan kelimesinin sembolik temsilinin yerde çıkmış göt izi olduğunu duymuştum. Büyüsü kaçmasın diye googlelamadım, hocanın yalancısıyım.). Başka? Toprak, fethedilebilir toprak, sömürge toprağı. Carter diye biri çok güzel anlatmış: sömürgecilik yerin düzleştirilmesidir diye.
Modern dansta bedenin dikeydeki göğe yükselen enerjisini kontrollü bir şekilde boşaltıp (release) yerle farklı bir ilişki kurması bu açıdan değerlendirilebilir. Pole.L’in sürünme performanslarında olduğu gibi bedeni dikeyden, hiyerarşik, fallik, sömürgeci olandan çekmek politik bir tepki. Şimdi millet dikey postürü cancellarken bizim bir de üzerine pole dikmemiz bir çelişki gibi görünüyor. Ama öyle değil :)
Deleuze derinlik, içsellik, öz yerine yüzey diye bir kavramdan bahsediyor. Buna göre anlam sabit bir özden değil, olayların, karşılaşmaların sürekli deviniminden oluşuyor. Bu devinim de yüzeyde gerçekleşiyor. Pole’un özünde bir anlam yok. Pole, pozitif negatif tüm çağrışımlarıyla bir anlam bütünü. Bir yüzey. Bir yüzey olarak pole –baştaki arkadaşın dediği gibi- dikey uzamda yer alarak otoriteyi, hiyerarşiyi, fallokrasiyi temsil ediyor, tarihsel anlamda da erkeklere özel kulüplerdeki eril arzuyu merkeze alan bir erotizmi (burası da çok önemli bir tartışma konusu ama şimdilik tarihsel anlamının da fallokrasiyi desteklediğini kabul ettiğimizi varsayıyorum.).
Ama işte bu egemen kavramlar da ancak yüzeyde dönüşebilir. Yoğunlaşıp katılaşmış gibi görünen yapılar sen o yüzeyle eyleştikçe yeniden bir oluş alanı olur, değişir. Nasıl? Pole dansçı kadının bedeni (ve pole dansçı queer bedenler tabii ki) bir kere hakkı olmayan bir yeri işgal eder: yukarısını. Geleneksel olarak kadın bedenine belirli sınırlar, alanlar ve normlar çizilmiştir; bu sınırları aşmak ise genellikle bir "işgal" olarak görülür. Bu sınırları aşmak, feminist bir direniş biçimi haline gelebilir. Pole dans bağlamında, dikeyde yapılan hareketler, bedenin bu kuralları ihlal ederek "hakkı olmayan" yerlerde varlık göstermesi, bedensel özgürlüğü ve temsiliyetin dönüşümünü vurgulayabilir. Bu durum, toplumsal cinsiyetle ilişkilendirilen fiziksel mekân ve beden kavramlarını sorgulayan, yerleşik normları altüst eden bir eylem olarak düşünülebilir.
Ayrıca ekipmanla kurulan ilişki de anlamın yaratılmasında etkili. Pollock’un üzerinde ayakta durup boya fırlattığı tuvalini düşünün. Dikeyle kurulan ilişkide böyle bir manipülasyon ve kontrol ilişkisini reddetme ve Pole ile eşitlikçi bir ilişki kurma fikri de safça olmayabilir. Bu, dansçının pole’u güç ya da otorite aracı olarak görmediğinde ya da kendi üzerinde pole’un baskısını hissetmediğinde söz konusu olabilir. Pole ile karşılıklı dönüşülen, eşit bir ilişki, bir ortaklık ilişkisi kurulabilirse o eski fallik anlam ters yüz edilebilir.
Kısacası, Feminist bir yaklaşımla pole üzerinde hareket etmek, dikeyin fallokratik ve otoriter anlamını kırarak, bedenin bu yüzeyde özgürleşmesine izin verebilir. Sistemin dışına çıkıp toprakta yeniden bir göt izine dönüşmek de bir başka alternatif. Bu da kulağa hiç fena gelmiyor.