13 Kasım 2024 Çarşamba

Pole Dans Erotik Mi?

Gün geçmiyor ki dünya yanarken aklım eften püften bir şeye takılmasın. Finlandiya’da yaşıyormuşum, üstelik küresel ısınma da yokmuşçasına, bugünkü derdim erotik hareket. Hadi bakalım, bir de buradan yakalım.


Direk dansı deyince zihinlerde cinsellikle yüklü imgeler beliriyor (genelde, özellikle de hiç pole stüdyosu görmeyenlerde :) ) Hatta cinselliğin kendisi toplumsal ahlak nezdinde kaybettiği için pole dans da kaybetmiş sayılıyor.


Şimdi pole’un başka tarzları var isteyen onu yapar, isteyen bunu yapar yazmayacağım tabii ki. Bunları seneler önce edepli pole türleri, edepsiz pole türleri diye yazdım. O zamanlar toplum daha hazır değildi. Seksili pole, seksisiz pole diye kıvıra kıvıra konuşuyorduk. Ama görüyoruz ki toplumun hazır olacağı falan yok, aksine bayır aşağı yuvarlanıyor. Ben de ne yapayım, ilk iş kariyer nette kollapsolog iş ilanlarına baktım. Bu alanda pek yükselme fırsatı yoktu açıkçası; beş yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz diye falan sormuyorlar hiç. Beş yıl sonra dünyayı da bir yerde göremiyorlar herhalde. Neyse, işte ikinci iş olarak da bilgisayarın başına geçip pole erotik mi değil mi diye yazı yazmaya karar verdim. Bence mantıklı.


Aslında bir süredir biri gelse, bir şey dese de lafı yapıştırsam diye Bataille’ından Irigaray’ına elalem erotizm hakkında ne diyor okumaya çalışıyordum. Okudukça popoya pıt diye vuran parmağı yanmış gibi üflemek ve ayağa kalkarken önce dizleri düzeltip kalçayı seyirci tarafından fıyırdatmak dışında erotik hareket nedir diye aldı beni bir düşünce. 


Bizim oraların havalarıyla başlayalım. Eros aşk, arzu, yaratıcı enerjiyle ilişkili bir figür. Mitolojik olarak yaratıcılık erkek tanrılar tarafından kıyın kıyın gasp edilmiş, benzer şekilde yaratıcı alanlardan kadınlar sistematik olarak dışlanmış.  Erotik haz ve bedeni üzerinde karar verme hakkı da sadece insanın zulmünden uzak kalmayı başaran tek tük hayvana ve erkek insanlara tanınıyor. Yani erkeklere de asla tanınmıyor da en azından ‘haz başkasının bedeni üzerinde kurulan bir galibiyettir bu hak da sana aittir ey erkek’ diye yalandan bir mutabakat var. Aynı toplumsal mutabakat kadına da başkasının mutluluğundan alınan ikincil bir haz reva görüyor. Bu anlamda norm dışı kabul edilen pole dans başlı başına kadının (ve queer bedenin) kendi arzusuna sahip çıkma, kendi bedeninde hak iddiasında bulunma olarak görülebilir ve politika ile erotikanın kesiştiği bir yer olarak düşünülebilir.


Bu fikir açıkçası bana oldukça ikna edici geliyor ama kesmiyor. Pole repertuvarının postürleri, pozları ve hareket kalıpları seyirciye ve seyircinin arzusuna yönelik. Bir bakımdan bunda sıkıntı yok, erotik deneyim zaten bedenin sınırlarıyla, bedenler arası ilişkiyle, beklenti ve duygularla yakından ilişkili. Ama bir bakıma da sıkıntı var çünkü gerçekten de hep aldığımız eleştiride olduğu gibi kadın bedeninin metalaştırılmasına doğru da kaygan bir zemin oluşuyor. Tam da bir önceki paragrafta dediğim gibi başkası için yaşamanın kadın için normal olduğu dünyamızda.


İşte bu yüzden bedenin kendi deneyimiyle ilişkili de daha yakından düşünmek gerekiyor olabilir. 


Tüketim odaklı toplumda erotik haz kavramının da diğer her şey gibi içi aşırı boşaltılmış, kelimenin anlamı çözülmeye yönelen bir gerilimden ibaret kalmış gibi. Halbuki arzu, farkındalık, neşeye, yaşama yönelmişlik, duyusal ve ruhsal yoğunlaşma gibi veçheleri de var. Böyle bakınca hareket ve de dans ve de pole dans, dansçı için bedenin geneline yayılan ve zihinsel bir derinlik kazanan bütüncül bir hale geldiğinde erotik olabilir gibi geliyor bana. 


Bu deneyim bir zorluğu yenmeyle de alakalı olabilir, ekipman ve fizik yasalarıyla girdiğin ilişkiyle de, hareketin bedende yarattığı titreşimlerle bağlantıya geçmeyle de. Tam da adını koyamadığımız o ilk spinin hazzını hatırla bakalım, sanki oralarda erotik bir şeyler var. Neticede ne kadar beden varsa o kadar da erotizm vardır diyemez miyiz? Peki bunu önceliklendirsek nasıl hareket ederdik? Pole antrenmanımız neye benzerdi? Pole ile ilişkimiz nasıl evrilirdi sence?


İşte bunları düşününce lanet olsun diye nefesimi tuta tuta yaptığım trick yerine bedenin hoşlandığı yerlerde gezmesini tercih eder oluyorum. Kolay olmak zorunda değil ama keyifi olmak zorunda bana kalırsa. Hareket üzerinden farklı deneyimlere açılmak, oralardaki hissiyatı tatmak ve seçmek...


Şu gezmeye, dinlenmeye, eğlenmeye geldiğimiz beş para etmez harika dünyada yaşayacağımız deneyimi zenginleştirecekse bence düşünmeye, araştırmaya, denemeye değer.

13 Eylül 2024 Cuma

Dikey ve Yatay’ın Semantik, Sembolik ve Salisik Asidik Anlamı

Toplanın can dostlar. Direk dansçılığınıza burun kıvıran arkadaşlarınızın fallik mallik sözlerine karşı kapı gibi laflar hazırlıyorum. 


Pole dance sadece ülkemizde değil dünyanın hemen her yerinde feminist cephelerden de eleştirilen bir dans. Bunu anlamak elbette zor değil. Direkte dans eden kadın genel tahayyülde gerçekten de bir erkek (efendi) için dans eden, bedenini bir seyirlik (nesne) haline getiren, fetiş bir imge. Belli bir bakış açısından pole dansın gerek stüdyoda gerekse de sahnede icrasının bu imgeyi dolaşımda tuttuğunu ve güçlendirdiğini iddia etmek mümkün. Tarihsel imge yükünün yanı sıra arkadaşlarınız pole’un kendisini fallik bir temsil olarak okuyabilirler. Ki dance on my pole diye mesaj atanlar da öyle okuyor zaten. 

Bu durumda hemen dölöööz diye bağırın. Benim anladığım ‘seni dinlemedim ama bence dölöz’ diyerek her tartışmayı kazanabilirsiniz. Bakın şimdi nasıl kazanacağım. 

Jackson Pollock’u bildiniz mi? 1950lerde ölmüş Amerikalı bir ressam. Soyut dışavurumculuk akımının öncülerinden, action painting tarzının kurucusu mu artık en popülerlerinden biri mi. Hani tuvali yere serip boyaları fırlata fırlata resim yapan adam. İşte dikeyden yataya bu geçiş milletin ağzına fetih metaforu üzerinden acayip laf vermiş. Andy Warhol demiş ki, bu demiş, sömürgeci beyaz adamın hareketidir. Sömürgeci için toprak, üzerinde kimsenin yaşamadığı (çünkü yerliler insan değil) boş, düz, yayılmaya müsait bir topografyadır. Pollock’un toprak (yatay yüzey) üzerindeki iz bırakma tavrı da sömürgeci zihniyetin bir yansıması olarak görülür. Yani, Pollock’un sanatı, erkek egemen bir otorite figürünün toprak üzerinde hakimiyet kurma ve iz bırakma arzusunu sembolize eder. 

Bu fikir beni etkiledi. Bedenin mekanla ve malzemeyle kurduğu ilişki biçiminin onto-politik bir tarafı var. Velhasıl, Trisha Brown gibi dansçıların yatayda yaptıkları resim ile ilişkili performanslar da Pollock’a dis atan işler olarak değerlendirilmiş. 


Dansın bileşenlerinden biri bedenin içinde devindiği ya da bulunduğu mekan. Anlam ufkumuzu sağlayan göstergeler sistemi –tarihsel ve kültürel olarak belirlenmiş dilsel kategori, kavram ve kurallar bütünü- içerisinde mekan denen şeyin de çağrışımları var. Koltuğun bize çağrıştırdığı bir şeyler var ve koltukta yaptığımız her hareket o çağrışım zinciri içinden anlamlanıyor. (Baba koltuğu politiktir.) Çok daha soyut bir şey olan koordinatların da (yatay dikey yani) taşıdığı anlamlar var ve bunlar o koordinata iliştirilen hareketin yarattığı anlamı etkiliyor. 

Bu anlamda dikey ne ile ilişkilendiriliyor? Hiyerarşi, merkeziyetçilik, fallokrasi, aydınlanma, modernizm. Dikili taşları, kuleleri, roketleri, katedrallerin çatılarını, minareleri düşünün. Benjamin’e göre temsilin koordinatı dikey. 

Yatay ise akla dayanışma, eşitlik gibi şeyler getiriyor. Tembellik diyebiliriz (Hareket fazlasına ihtiyaç duyan modern bakış açısından tabii. Bir derste Aborjinlerde insan kelimesinin sembolik temsilinin yerde çıkmış göt izi olduğunu duymuştum. Büyüsü kaçmasın diye googlelamadım, hocanın yalancısıyım.). Başka? Toprak, fethedilebilir toprak, sömürge toprağı. Carter diye biri çok güzel anlatmış: sömürgecilik yerin düzleştirilmesidir diye. 

Modern dansta bedenin dikeydeki göğe yükselen enerjisini kontrollü bir şekilde boşaltıp (release) yerle farklı bir ilişki kurması bu açıdan değerlendirilebilir. Pole.L’in sürünme performanslarında olduğu gibi bedeni dikeyden, hiyerarşik, fallik, sömürgeci olandan çekmek politik bir tepki. Şimdi millet dikey postürü cancellarken bizim bir de üzerine pole dikmemiz bir çelişki gibi görünüyor. Ama öyle değil :)

Deleuze derinlik, içsellik, öz yerine yüzey diye bir kavramdan bahsediyor. Buna göre anlam sabit bir özden değil, olayların, karşılaşmaların sürekli deviniminden oluşuyor. Bu devinim de yüzeyde gerçekleşiyor. Pole’un özünde bir anlam yok. Pole, pozitif negatif tüm çağrışımlarıyla bir anlam bütünü. Bir yüzey. Bir yüzey olarak pole –baştaki arkadaşın dediği gibi- dikey uzamda yer alarak otoriteyi, hiyerarşiyi, fallokrasiyi temsil ediyor, tarihsel anlamda da erkeklere özel kulüplerdeki eril arzuyu merkeze alan bir erotizmi (burası da çok önemli bir tartışma konusu ama şimdilik tarihsel anlamının da fallokrasiyi desteklediğini kabul ettiğimizi varsayıyorum.). 

Ama işte bu egemen kavramlar da ancak yüzeyde dönüşebilir. Yoğunlaşıp katılaşmış gibi görünen yapılar sen o yüzeyle eyleştikçe yeniden bir oluş alanı olur, değişir. Nasıl? Pole dansçı kadının bedeni (ve pole dansçı queer bedenler tabii ki) bir kere hakkı olmayan bir yeri işgal eder: yukarısını. Geleneksel olarak kadın bedenine belirli sınırlar, alanlar ve normlar çizilmiştir; bu sınırları aşmak ise genellikle bir "işgal" olarak görülür. Bu sınırları aşmak, feminist bir direniş biçimi haline gelebilir. Pole dans bağlamında, dikeyde yapılan hareketler, bedenin bu kuralları ihlal ederek "hakkı olmayan" yerlerde varlık göstermesi, bedensel özgürlüğü ve temsiliyetin dönüşümünü vurgulayabilir. Bu durum, toplumsal cinsiyetle ilişkilendirilen fiziksel mekân ve beden kavramlarını sorgulayan, yerleşik normları altüst eden bir eylem olarak düşünülebilir. 

Ayrıca ekipmanla kurulan ilişki de anlamın yaratılmasında etkili. Pollock’un üzerinde ayakta durup boya fırlattığı tuvalini düşünün. Dikeyle kurulan ilişkide böyle bir manipülasyon ve kontrol ilişkisini reddetme ve Pole ile eşitlikçi bir ilişki kurma fikri de safça olmayabilir. Bu, dansçının pole’u güç ya da otorite aracı olarak görmediğinde ya da kendi üzerinde pole’un baskısını hissetmediğinde söz konusu olabilir. Pole ile karşılıklı dönüşülen, eşit bir ilişki, bir ortaklık ilişkisi kurulabilirse o eski fallik anlam ters yüz edilebilir. 

Kısacası, Feminist bir yaklaşımla pole üzerinde hareket etmek, dikeyin fallokratik ve otoriter anlamını kırarak, bedenin bu yüzeyde özgürleşmesine izin verebilir. Sistemin dışına çıkıp toprakta yeniden bir göt izine dönüşmek de bir başka alternatif. Bu da kulağa hiç fena gelmiyor.



Bu mevzular ilginizi çekiyorsa Andre Lepecki'nin Exhausting Dance Performance and the Politics of Movement kitabı tavsiye ederim.

5 Eylül 2024 Perşembe

Güzellik Kalıplarına Invert Kondisyonu


Neden bazı şeyleri güzel buluyoruz?
Beğenilerimiz doğal mı, evrensel mi?

Beğenilerimiz neye hizmet ediyor?

Bakışımızı değiştirmek mümkün mü?



Geçtiğimiz günlerde Neslihan ve Şahika’nın paylaştığı fotoğraf projesi üzerine pole camiasında bir nebze odadaki fil olan bu konuda bir şeyler yazmak, daha doğrusu sorularımı sıralamak ve can dostları birlikte düşünmeye davet etmek istiyorum. Projeyi incelemek için TIK TIK.



Hemen siyaset bilimci şapkamı takıp aşırı da genelleme ve basitleştirme yapmak pahasına başa sarıyorum. Modern devlet öncesi iktidar biçimlerinde vatandaş yok tebaa var malum. Tebaanın iktidara bağlanmasında ana duygu korku. Halk önünde yapılan işkence ve infazlar, aşırı şaşaalı taht törenleri falan bu yüzden. Aydınlanma sonrası insan merkeze konduğunda artık iktidarla ilişki baskının yanı sıra kabul de gerektiriyor. Vatandaşın sistemi istemesi gerekiyor.


Adorno'ya göre ideoloji bu anlamda en önemli aygıt: ideoloji kapitalist toplumda bireylerin gerçekliğin farkına varmadan, egemen sınıfın çıkarlarına hizmet eden yanılsamalarla yönlendirilmesini sağlıyor. İdeoloji, sosyal yapılar ve kültürel formlar yoluyla bizlere sunuluyor ve gerçekliği eleştirel bir şekilde sorgulamamızı engelliyor. Adorno, özellikle kitle kültürünün, bireylerin düşünce kapasitelerini zayıflatarak pasifleştirdiğini ve eleştirel bilinç geliştirmelerini engellediğini savunuyor. 


Bu bakış açısıyla kitle kültürü ve popüler sanatın, egemen ideolojileri güçlendirdiğini ve bireyleri mevcut toplumsal düzene uyum sağlamaya yönlendirdiğini savunmak mümkün (ki zaten elimizde hazır savunulmuşu var ). Sanat, ideolojik yanılsamayı aşma potansiyeline sahip bir direniş alanı olmakla beraber ve bu özelliğinin tam tersine, evrensel uyum, güzellik, merkezilik gibi kavramlarla toplumdaki statükoyu yüceltebilir ve eleştirel düşüncenin önüne de geçebilir. Özellikle kapitalist toplumlarda, sanat tüketim odaklı bir yapıya bürünerek bireylerin sorgulayıcı kapasitelerini zayıflatabilir ve onları ideolojik birer tüketiciye dönüştürebilir. 


Siyaset bilimciyim dedim Foucault demezsem beni vururlar. Foucault iktidarın şekillenmesinde bilgi ve söylemin üzerinde duruyor. Buna göre, iktidar bedenler ve zihinler üzerinde sürekli işleyen bir mekanizmadır. Hem bireyleri gözler, hem de (bu kısmı çokomelli) bireylerin kendi kendilerini kontrol altında tutmalarını sağlar.


Dolayısıyla estetik, bireylerin kendilerini görsel ve bedensel olarak nasıl sunduklarıyla yakından ilgilidir diyebiliriz. Estetik, bireylerin toplumda nasıl disipline edildiği, bedenlerinin nasıl kontrol edildiği ve normlara nasıl uydurulduğu üzerine bir araç olabilir. Estetik anlayış, bireylerin bedensel ve zihinsel olarak toplumsal normlara uymasını sağlarken, aynı zamanda iktidarın bedenler üzerindeki görünmez kontrol mekanizmalarını açığa çıkarabilir. Yani, estetikten bahsederken, evrensel bir güzel üzerinde aklın verebileceği nesnel bir yargıdan değil (hadi büyük konuşmayayım, iyi niyetli bir çaba olarak bir rezerv bırakıp en azından sadece bu değil diyeyim) aynı zamanda bedensel ve toplumsal normlara uyum sağlayan bir birey yaratma sürecinden de bahsediyoruz. Diğer bir deyişle bedenin görsel düzenlenmesi iktidarın biyopolitik etkisinin bir uzantısı olarak kabul edilebilir. (çokomelli demiştim).


Kısacası, evrensellik/doğallık safsatası altında
pek ala inşa edilmiş olabilecek olan, güzel hissimize eleştirel bakmak, estetik algımızın sisteme yönelik bir onay ve pekiştirme olabileceğini göz önünde bulundurmak faydalı bir eser.


Pole özelinde hem sanatsal hem (kadın) bede(ni)ne yönelik estetik ile ilgileniyoruz. Geçen sene boyunca süren feminist okuma grubunda bu konuyu döne döne tartıştık. (Yanıt da bulamadık yani önden söyleyeyim çünkü öyle kolay da bir yanıtı yok.) Instagrama bir fotoğraf koyarken bizi filtreye iten güç ne? Poleda o şekilde değil de bu şekilde poz vermeyi neden seçiyorum? Bu seçimler dolaşımdaki kadın söylemini ne karar sarsıyor, ne kadar perçinliyor, yoksa sarsıyormuş gibi yaparken sağ gösterip sol mu vuruyor?


Bugünden yarına gözümüzdeki perdeyi kaldırıp yeni bir estetik üretmek hiç gerçekçi olmasa da sanatın ve estetiğin geleneksel kalıplarına meydan okumaya niyetlenmek iyi bir başlangıç. Bunun için farkındalık kazanmak, hislerimiz, düşünce ve eylemlerimizle ilgili konuşmak, tartışmak lazım. Şahika ve Neslihan’ın bu cesur projesinin camiada bu soruların önünü açacağını umuyorum.









26 Ağustos 2024 Pazartesi

Yanan Dünyanın Üzerinde Pirouette

Son zamanlarda içimden çok dans etmek geliyor. Pole odam beş bin derece olsa da iki omuz çevirip, üç hamstring fırtfırtlayıp (ısınma tavsiyesi değildir) kendimi dansa bırakıveriyorum. 


Bunu yazmam belki tuhaf gelebilir, sonuçta teknik olarak işim bu. Polecunun içinden dans etmek gelmeyecek de curling mi gelecek? Diğer taraftan öğrencilerimin ve can dostlarımın bildiğini blogu yeni okuyanlardan saklayacak değilim: iki sene önce düştüğüm depresyon kuyusunda içimdeki bütün coşku sönmüş, sevdiğim, ilgi duyduğum ne varsa kurumuş, hayatım rüzgârda çalıların yuvarlandığı çizgi film çöllerine dönmüştü. Oluyor böyle şeyler. Sonra geçiyor böyle şeyler. Ben de layer layer feraha çıktım. Bir kahkaha patlatarak. 

 Dünya kucaklayıcı ve besleyici olduğu kadar -tamam belki bundan biraz daha fazla- vahşi, saldırgan, düşmanca bir yer. Ortadoğu zaten tam bir bataklık. Sokak hayvanlarının toplatılıp öldürülmesi, doğal afetlere karşı hazırlıksızlık, ekonomik krizler ve her yanı saran savaşlar, bütün bunların yanında üzerinde düşünmeye sıra bile gelmeyen kişisel apokalipsler… Böyle bir dünyada doğal tepkimiz ağır bir ciddiyet ve karamsarlık oluyor haliyle. Peki bunun yerine neşe ve oyunbazlığı koymayı seçebilir miyiz? 

Nietzsche Mietzsche okuduğum için seçebiliriz gibi geliyor. Bu Dionysosçu kafaya göre yaşamdaki her deneyimi, özellikle zor ve acı verici olanları kabul edip onları neşeyle karşılamak dünyada olmanın en yüksek ve özgür biçimi. 

Dünyanın tüm trajedisini görmek ve buna rağmen kaderini severek kahkaha atmak. 

Kahkaha diyor aman dikkat saftirikçe sırıtma değil. Biz mutluluk, memnuniyet ve neşe arasındaki farkları pek bilmiyoruz. Neşeli olmak için halimizden memnun olmamız, dünyaya at gözlükleriyle bakmamız gerekmiyor. Belki de duyarsızlık yaftasından korktuğumuz için neşeye alan açamıyoruz. Halbuki hayatı bu türlü bir kabul etmede boyun eğme yok, meydan okuma var. Biteviye şikayetlerle, sonsuz bir yas haliyle kendini paralize etmek, kendi bokunda eşelenip durmak yerine özgürlüğü ve yaratıcılığı korumaya yönelik bir iddia var. Dünyanın ağırlığını hafifletmenin ve varoluşun anlamsızlığına karşı direnişin bir aracı neşe. Bir şeyler değişebilecekse de sanırım ancak böyle değişir. 

İşte –başından beri ama sanırım özellikle bu ara- dans etmek benim neşenin kuyruğundan tutabilmemi sağlıyor. Dilin, sistemin, baskının erişemediği temsil edilemeyen ama bedenimde, tenimde, nefesimde olan bir şeylerle ilişki kurmamı sağlıyor. Yaşadığımı, gücümün olduğunu, burada olduğumu hissedebiliyorum. Ellerimin olduğunu ve ellerimden bir şeyler gelebileceğini duyuyorum. Kaosun yaratıcı enerjiye dönebileceğini hissediyorum. Hele birlikte dans ediliyorsa bu güç büyüyor da büyüyor. 

Gerçekten berbat bir dünyadayız. Auschwitz'den sonra yazılabilecek şiir ve edilebilecek dansı tartışmaya devam edelim. Hayatta kalmak ve hayatı değiştirebilmek için de bir dansçının hafifliği ve zarafetiyle dünya denen mayın tarlasının üzerinde sıçrayalım (inişte de plie yapalım ki dizlere zarar gelmesin).

4 Haziran 2023 Pazar

Feminist hareketin bir parçası olarak pole’u yeniden düşünüyorum. Öyleyse varım.


 Baştan diyeyim, bu bir ahkam değil, sesli düşünme yazısı olacak. 

Şunu: Erkek egemenliğinin (ve iktidara yegâne ortak olabilme imkanlarından birinin) ana kalelerinden olan ailenin ayağına taş değecek diye ülkece kendimizden geçiyoruz. Kadınlara yönelik akla ziyan söylemlerin ve politik hamlelerin hızı kesilmemişken, Onur ayına da LGBTİ+ topluluğunun şeytanlaştırılmasının arşa çıktığı bir dönemde girdik. Bu ahval ve şerait içinde varoluşumuzu savunmak için pole hala bir alan olabilir mi? 

Bundan on yıl önce pole dance’a başladığımda pole dansçısının söylemsel gücü ve o zamanlar hemen hemen yeraltı sayılacak komünitenin sağladığı dayanışma olanakları başlı başına heyecan vericiydi. Diğer bir deyişle, pole bize, sadece direk üzerinde dans etmeye ilişkin güç, artizlik ve ifade biçimlerinin ötesinde topluluk olarak güçlenme, sosyal normları sorgulama ve faillik iddiaları sunuyordu. Bunu az açayım; söylemsel güç diye neden bahsediyorum. Pole camiası hiçbir zaman homojen bir yer olmadı tabii ki. Her aktörün ayrı bir yoğurt yiyişi var. Mesela, bazılarımız için pole bir sanat, yaratıcı ifade alanı değil mi? Hikayemizi paylaşmak için bir aracı. Ama pole aynı zamanda beden pozitif bir eylem alanı. Pole dance pratiğiyle bedenimizi gerçek dışı güzellik standartlarına uydurma zorunluluğu duymadan kabul etmeyi ve can dostlarımızı da bu yönde teşvik etmeyi öğreniyoruz. Pole’a daha bir savaşçı/şifacı personasıyla yaklaşanlar var. Güç, dayanıklılık ve zorlukların üstesinden gelme becerileri sadece fiziksel olarak değil duygusal ve manevi olarak da sahipleniliyor. Bir de tabii toplumun uysal, edilgen kadın beklentisiyle ters düşmek pahasına cinselliğini ve seksapelini savunan pole dansçısı var. 


Bildiğiniz gibi bu yoğurt yiyişler birbirini dışlamıyor, pole pek çoğumuz için bunların ve daha fazlasının çeşitli alt kümeleri. İlk bahsettiğim yoğurt yiyiş bir hikaye anlatma biçimiydi. Ama, can dostum, dikkat edersen, diğerleri de performatif olarak başka başka hikayeler anlatıyor. Pole yapmak için 90-60-90 (ya da artık günümüzün normu neyse, ben biraz dinazor kaldım) olmak zorunda değilim diyen polecu da, bizzat bunu yaparak, hakim anlatıyı bozacak yeni bir hikaye kuruyor. Ha keza, 9 inch topuklular üzerinde vahşice saç savuran femme fatale dansçı, kadına ilişkin makbul söylemi orasından burasından bükerek varoluşuna ilişkin bir başka bir şey söylüyor. Asıl önemlisi bunları fanusun içinde tek başına yapmıyor. Can dostları için de destekleyici ve güçlendirici ortamın bir parçası olarak yapıyor. 

 Dediğim gibi, on yıl önce bu tablo benim için beş parmağımın uçlarını dudağımda birleştirip muah diye beş ayrı yöne açtıracak (bu dediğimi şu an denedin mi? :) ) bir şeydi. Ancak aradan geçen zamanda dünya da biraz değişti, camia da. Birincil olarak, Gezi ve Kalkışma sonrası gittikçe sertleşen iktidar toplumsal olarak da yeni bir öküzlük seviyesine gelmemizi sağladı. Egemenler gücünü dışlamalar üzerinden sağlıyor çokça. Buna mukabil ataerkil söylem güçlendikçe buna içeriden, aynı dili konuşarak yapılacak müdahalelerin gücü azalıyor. Tavır ve niyet tam aksi olsa da kendi nesneleştirilmesine katkıda bulunabiliyor. Kadınlar söz söyleyemez diye megafonla, mikrofonla, koca koca ses sistemleriyle bağıran birinin yanında ‘söyleyebilirim, söyleyebilirim’ diye duyulmaya çalışmak gibi. Hele hele kanlı canlı şiddetin önü bu kadar açılırken bedensel varoluşunun çıplaklığında (kelimenin tam anlamıyla) mücadele etmek mangal gibi yürek istiyor. Kimimiz bu anlamda kültürel olarak, sınıfsal olarak daha korunaklı konumlardayken, kimimiz daha açık hedef olabiliyoruz. 

Eh, pole camiası da aslolarak politik amaçla bir araya gelmiş topluluk değil. Birçoğumuz için öncelikle bir iş. Ekmek teknesi. Faturalarımızı ödeyen bir şey. Dolayısıyla ne yeraltında kalabilir ne de kabak gibi hedef olup güvensiz bir hale gelmeyi göze alabilir. Sonuç ister istemez, az ya da çok, tüm bu çeşitliliğin ve potansiyelin teknik ve virtüözite lehine gözden düşmesine doğru evrilebiliyor. 

O zaman şey yapalım biz ya, mesela bu alanı hemen terk edelim. 

Yaklaşık bir sene önce az çok böyle bir şey yaptım. Sonuç aylar süren bir yalnızlaşma, depresyon ve anlam yitimi oldu. Yapmayın, hiç tavsiye etmiyorum. 

Şimdi diyorum acaba yeni bir dil, tam da pole’un bize sağlayabileceği yeni bir bedensel dil arayışı mümkün olabilir mi? Gittikçe pole camiasında da daha fazla yer edinen LGBTİ+ hareketinden, kadın hareketinin politik taleplerini de gözden düşürmeden, neler öğrenebiliriz? İkinin dilini konuşmaya ısrar etmek yerine toplumsal cinsiyetin çoğulluğu bize nasıl katkı sağlayabilir? Bu noktada her birimizin kişisel deneyimleri ve bu deyimlerin ortaklaşması için sahip olduğumuz paylaşım imkanları çok değerli. Susup kaybetmeyelim, döne döne kazanalım.

15 Ağustos 2022 Pazartesi

ATLETİK BİR DÜNYADA YAŞLANMAK

 Pandeminin başladığı sıralarda Türk pole’u ilk on yılını tamamladı. İlk kuşak polecular birbiri ardına duvarlarındaki ikinci beşliğin üzerine çentik atıyor. Görece geç başlanan bir branş olduğundan bu durum dansçı için otuzlarının sonu, kırklarının ortası gibi bir yerlere tekabül ediyor. Diğer bir deyişle alışılagelmiş atletik hayatta emeklilik yaşı.


Totosuna henüz çip takmamış biyolojik varlıklar olduğumuzdan yaş almak fiziksel bazı etkilerle birlikte geliyor. Kas kütlemizi korumak eskisinden daha güç ve iyileşme hızı daha yavaş. Beceri öğrenmek içinse daha fazla tekrar gerekiyor. Ayrıca, pole dance’ın örtük ya da açık kadınsı yanı yaşlanan kadın bedeni ile ilgili tüm kültürel imge yükünü omuzlarımıza bırakıyor. (Seksi bir dansçı gibi değil de süpürgesine binen yaşlı bir cadı gibi göründüğünü düşünen bir öğrencim olmuştu.)

Diğer taraftan müthiş bir genç kalma baskısıyla karşı karşıyayız. Yeterince çalışırsak atletik performansımızı aynen koruyabiliriz. Evet evet, aynen. Bak şu 80lik yogiye. Nasıl da esnek ve çevik hala. Sen neden öyle olamayasın? Genç kalmak kişisel bir sorumluluk, bunu başaramamak da kişisel bir hata öyleyse. Bu örnek istisnai mi? Hmm, olabilir yine de bir örnektir. Örnek almamayı tercih edip bir kurstan diğerine koşarak ömrünü yemeyeceksen… senin tercihin!

Ayrıca sağlıklı ve diri kalmak yetmez. Güzel de kalmalısın. (Kabul etmiyoruz ama alttan alta varlığını koruyor: Kim çirkin bir pole dancer izlemek ister ki?). Güzellik elbette gençlikle ilgili imajlarla örtüşüyor. Neyse ki medikal çözümleri var. Cildin sarkması ya da menopoza girmek biliyorsun ki artık natürel bir süreç değil, müdahale gerektiren medikal bir alan. 

Bu baskı biraz fazla değil mi? 

Kırka doğru ilerlerken bazen kendimi kafası kesik tavuk gibi hissetmeye başlamıştım. Terapistimle de ana gündem maddelerimizden biriydi bu. Canım on sene öncesinde olduğu gibi günde üç dört saat antrenman yapmak istemiyor (bu duruma neden olarak zamana bağlı motivasyon kaybı da var tabii ki), ama içimde bir ses daha etkili çalışmalısın, daha çok uyumalısın, daha iyi beslenmelisin diye bırbır edip duruyordu. Aksi takdirde savaşı kaybedip 80lik yogi olamayacaktım. 

Elbette bu durum, profesyonel polecular için daha ciddi. Zira direk bizim ekmek teknemiz. Daha kurumsallaşmış sporlarda olduğu gibi perfomans yapmayan antrenör olgusu ise henüz pole dünyasında üzerinde uzlaşı sağlanmış bir fenomen değil. Pole hocası aynı zamanda çok iyi bir performansçı da olmak zorunda kabul ediliyor. Dünya starları bile – hele ki doğumdan sonra ama bu ayrı bir konu- şampiyon hallerine geri dönebilmek için çırpınıyorlar.

Amatör polecular için de dünya güllük gülistanlık değil. Hobi için olsun, iş için olsun pole, dansçısının kimliğine hızla eklemleniyor, aralarında bir tutku bağı oluşuyor, dansçının kendini tanımladığı bir mevkiye dönüşüyor. Bu mevkide iyi olmak ve iyi ‘kalmak’ özdeğerin bir bileşeni oluyor.

On altılıklardan oluşan bir sınıfımız vardı Pole’n Roll’da. Enerjilerini, ilerleme hızlarını anlatacak kelime bulamıyorum. Onların yaklaşık iki katı kadarken başladığım serüvenimde hiçbir zaman böylesine bir atletik performans gösteremedim. (Zaten o kadar atletik bir kişi de değilim, ayrı.) Ama bir zamanlar göstermiş olduğum performans da düşüyor. Daha da düşecek. Artık bununla barışığım.

Bedenimin nasıl gözüktüğü değil neler yapabildiği önemli diye ünlü bir pole atasözü vardı.
Yok artık o da önemli değil.

Nasıl hissettiği önemli. 

Zamanla ve üzerindeki dünyevi etkilerle değişen, ihtiyaçları farklılaşan bedenimin daha iyi hissetmesi için yaptığım antrenman bir yarışmacının antrenman rutininden çok farklı. Yıllar boyunca da farklılaşacak. Ama pole üzerindeki güçlü ve özgür his aynı. Teknik ya da kondisyonel zorluk seviyesinin bu hissiyat üzerinde bir etkisi yok.

Bir zamanlar rahatlıkla yaptığım şeyleri yapamayacak olmak beni daha az iyi bir insan yapmayacak. 
Daha az iyi bir hoca da.

Her zaman pole üzerinde yapabileceğim bir şeyler bulabiliyor olmak beni daha aktif ve daha zinde bir kocakarı yapacak.

Kesilen kafamı geri rica edebilir miyim? Biraz yavaşlıyorum.



28 Ağustos 2021 Cumartesi

SİNDİRELLA MI OLACAĞIDIK?

Pole dünyası ekonomik ve duygusal özgürlüğe sahip, bağımsız ve güçlü kadınların dünyası. Aynı zamanda bir şekilde yalnızlaşan, ilişki sürdürmede zorlanan, çoğu zaman “ideal partner” olmaktan uzak kadınların da çoğunlukta olduğu bir dünya. Bu durumu çoğu zaman “bütün zamanımızı kadınlar matinesinde geçirdiğimiz için biriyle tanışmak zor oluyor” şeklinde esprili bir biçimde açıklıyoruz. Ama dostlarımızla sık sık yaptığımız sohbetler durumun farklı bir yüzünü ortaya çıkarıyor. Hatta ve hatta bazılarımızın miktar Sindirella kompleksiyle savaşmakta olduğumuzu, bazen de yenilip “kadınsılığımızı” korumak için başarıdan feragat edebildiğimizi anlıyorum. Çok katmanlı ve biraz tetikleyici ama açıklamaya çalışacağım. 

Colette Dowling’in 1982 yılında yayınladığı “Sindirella Kompleksi – Kadınların Gizli Bağımsızlık Korkusu” isimli kitabında, her işi layıkıyla yapabilmesine rağmen kurtarılmak için bir beyaz atlı prense ihtiyaç duyan Külkedisi hikayesinde olduğu gibi kadınların bir taraftan bağımsızlık mücadelesi verirken bir taraftan da bunun gerçek getirilerinden korktuğunu ve bağımlı olmaya, kurtarılmaya yönelik psikolojik bir ihtiyaç geliştirdiğini anlatıyor. Sosyal ve toplumsal (hatta bence ezeli ve ebedi varsayılan) atıflarla şekillenen maskülen ve feminen kişilik karakteristikleri, kız çocuklarının feminen, erkek çocuklarının da maskülen yetişkinler olacak şekilde yetiştiriliyor. Kadınlar, küçük yaşlardan beri aşırı korumacı ebeveynler tarafından korunmaya çalışılılıyor, kendilerini hep güvende hissedecekleri, alıcı, şefkatli, destekçi ve bağımlı bireyler olmayı öğreniyorlar. Bu özellikler bir kadın için makul ve makbul kabul ediliyor. 

Eğitimli ve kariyerli kadınlarda bile, hatta araştırmalara göre ağırlıklı olarak onlarda, potansiyellerinin gerisinde durmaya yönelik bir eğilim var. Bunun bir nedeni geleneksel ilişki biçimlerinde başarılı olma ve yalnız kalmama olsa da diğer bir nedeni bahsi geçen diskuru özümseyecek şekilde yetişmiş olmaları. Bağımlılığın getirdiği güvenlik ve rahatlığı çocuk bakma, ev işlerinden sorumlu olma, partnerine destek olma gibi pratikler meşrulaştırıyor. 

Yetenekli kadınların özyeterlilik konumuna geçmekten imtina etmesi “başarı korkusu” olarak tanımlanıyor. Kadınlar, güçlü erkeklerin zeki destekçileri olarak çalışmayı tercih ediyor. Hatta çalışmak zorunda olmayı “bir kadın olarak başarısız” olduklarının göstergesi kabul edebiliyorlar. Dehöy, brsss, hade len g.t gibi tepkiler vermeden önce yapabileceklerimizin gerçekten ne kadarını yaptığımızı, geri durduğumuz şeylerden gerçekten kapitalist/akademik çarklardan, kişisel aptal hırslardan sıyrılmak için mi uzaklaştığımızı yoksa acaba altında yatan minnoş bir “kadın olmaya dair dillendirilmeyecek fikir” olup olmadığını cesurca tartalım can dost. Açıkçası ben çok da emin olamıyorum. 

Pole evrenini biraz istisnai bir yere koymak gerekiyor tabii ki. Bir kere zaten en başta sevgiliyle kavga sebebi hobimiz/tutkumuzla bir bağyandan beklentilerin dışında bir yerde durmaya çalıştığımız açık. Gerçekten de geleneksel rollerin rehaveti yerine atını günbatımına süren seksi cowgirllerimiz çoğunlukta. Ben de kendimi onlardan biri bilirdim. Amma velakin, başarı korkusu ve beraberinde getirdiği bağımlılık durumunun bağımsızlığa en yakın, potansiyeli yüksek kadınlar da daha sık görüldüğü de yazılıyor. Gerçekten de pandemiyle birlikte hayatın çılgın ritminden yorulmuş bizlere ilaç gibi gelen ev-içi yaşam olasılıklarındaki artış ile tırım tırım külkediliğine doğru sürüklendiğimi fark ediyorum. 

Ben de yumurtadan çıkmadım can dost. Ben de “tam kadınlara göre meslek”lerin, “aile içindeki roller”in, “evin direği”nin falan konuşulduğu ortamlarda büyüdüm. Günün sonunda kendimi “o kadar kastırmasam da olur yeaaa” derken, evle, alışverişle falan daha çok ilgileneyim de ayıp olmasın diye düşünürken buluyorum. Ev içine sıkıştırılmış hayat insanı hayatın keşmekeşinden, derdinden uzak ama rutin ve kendine kapanık bir döngüye sokuyor. Dowling’in örnekleri gibi çalışma hayatından kopmuş değilim ama kendimi gerçekleştirme serüvenini salmış, cam ayakkabıyla, kabak arabayla vakit geçiriyorum. Bir de bunu kendi kendime yapıyorum. Bir düşün bakalım sen de sindirellalaştırabildiklerimizden misin?